Perşembe, Ağustos 22, 2019

Steven Spielberg Sineması

Yeni bir belgesel film seyretmeye başladım: 2018 yılı yapımı, James Cameron's Story of Science Fiction (James Cameron'dan Bilim Kurgu'nun Öyküsü). Yaşayan en meşhur sinemacılardan biri olan Cameron, bu dizi belgeselin birinci bölümünde kendisinden daha ünlü olan bir arkadaşını konuşturuyor: Steven Spielberg. Hani şu büyükler için değil de "küçükler için film yaptığını" söyleyen Amerikalı yahudi yapımcı yönetmen senarist... Dinini belirtmemin özel bir sebebi var. Yoksa bana ne Spielberg'in hangi dine inandığından veya inanmadığından. İnanç meselesi herkesin kendi bileceği bir iş...
Belgeselin birinci bölümünün 8. dakikası 35. saniyesinde James Cameron, Spielberg'e şöyle bir soru-gerçek yöneltiyor: "Steven, neredeyse bir çeşit alternatif spiritüellik veya bir din ürettin." Spielberg de kendine göre bir cevap veriyor, üstün bir medeniyetten falan bahsediyor.
Bu soru - cevap bölümünde durdum, defalarca seyrettim ve düşündüm. Evet, aslına bakarsak, James Cameron bizim farketmediğimiz bir hakikati ifade ediyor: Spielberg sinemayı kullanarak yeni bir din üretmiş. Yeni bir din... Yeni bir dine dünya üzerindeki insanların ne kadar ihtiyacı var, sorusunun cevabını düşünüp de öyle mi bu işe kalkışmış, yoksa bize gösterdiklerinin arkasında başka birşey mi var?
Spielberg'in kafasından neler geçtiğini tabii ki bilemeyiz. Fakat onun çocukluğuna giderek, neler yaşadığını hatırlamakta fayda var: 6-7 yaşlarındayken babası küçük Steven için bir amatör teleskop yapıyor ve geceleri gökyüzünü seyretmesi için teşvik ediyor. Bir gece de beraberce New Jersey'deki tepeye giderek yıldızları seyrederken, oğluna şunu söylüyor: "Eğer bir gün bilim kurgu filmi çekersen, uzaylıları buraya barış için getir. Ben öyle görmek istiyorum." Çünkü o güne kadar yapılan filmlerde umumiyetle uzaylı mahlûklar kötü ve kan içici şeklinde gösteriliyordu.
Yine babası, oğlu Steven'a 10 yaş civarındayken bir kamera alarak, bir anlamda onu sinemacı olması için yetiştiriyordu. Nitekim Spielberg 13 yaşındayken "The Last Gun" isminde kısa bir film çekerek sinemacılık mesleğine adım atıyor. Steven'ın babası oğlunun yetişmesi yolunda bu işleri şuurlu olarak mı yapıyordu yoksa geleceğe yatırım yapmak için mi bu şekilde davranıyordu, onu bilemeyiz. Ama sonuçta dünyanın en önemli sinemacılarından birisi yetişti, gişe rekorları kıran, milyarlarca seyircinin zihnini, düşüncelerini allak bullak eden bir yapımcı-yönetmen ortaya çıktı.
"Büyükler için film yaptığımda sinemaya bir kişi gelir, oysa küçükler için film yaparsam anne, baba ve çocuk geleceğinden ötürü üç kişi bilet almış olacak" diye işin ticarî boyutunu da hesaplayan bir sinemacı Steven... Sonrasında 1977 senesi yapımı "Üçüncü Türden Yakınlaşmalar - Close Encounters Of The Third Kind" ile başlayıp, "E.T." ile devam eden ve bilim kurgu - fantastik sinema maskesinin ardına gizlenerek yapılan onlarca film ile bunları seyreden ve seyretmeye devam edecek olan milyarlarca insan, çoğu da genç ve çocuk...
Cameron'un ifadesiyle "yeni bir din üretmiş olan" Steven Spielberg niçin insanları yahudiliğe davet eden filmler yapmıyor da, "uzaylı dini" diye tarif edilebilecek işler yapıyor? Bunun cevabını çok basit olarak şöyle verebiliriz, diye düşünüyorum: Birinci neden, yahudi inancına göre sonradan yahudi olunamaz, yahudi olarak doğulur ve yahudilik de babadan değil, anneden geçer. Yani babanızın dini ne olursa olsun, yahudi olabilmek için annenizden gelen soy önemlidir. İkinci sebep ise, dünya üzerinde nüfus olarak sayıları az olmasına rağmen çok etkili olan yahudilerin "dindaş toplamak" gibi birşeye ihtiyacı yok. Önemli olan “insanların yahudi olması değil, yahudilere hizmet etmesi" düşüncesidir. İnsanlar mademki yahudi olamıyorlar öyleyse Müslüman, Katolik Hıristiyan, Budist filan da olmasınlar, düşüncesinin dolaylı ifadesidir bu. Evangelist Hıristiyan olarak yahudilere hizmet edebilir veya "uzaylı" dinine tâbi olarak gözlerini Kudüs'den başka tarafa çevirerek, semâdan gelecek UFO'ları bekleyebilirler. Spielberg ve yahudiler için bunda bir mahzur yok.
Çünkü Evangelist Hıristiyan olunca, İsrail adlı eli kanlı devletin ekmeğine yağ sürülmüş oluyor ki, zaten İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kurulan siyonist yahudi devletinin koruyucusu ve hizmetkârı, Evangelist Hıristiyanların hâkim olduğu ABD onlar için her türlü fedakârlığı gizlemeden açıkça yapmaya devam ediyor. Öyleyse, Spielberg de insanlara yahudilik dinini sempatik olarak empoze edeceğine yahudileri mazlum, zavallı ve korunmaya muhtaç göstermeyi tercih etmiştir. Ki, Spielberg'in yaptığı filmler arasında en fazla beğenilenlerden biri de "Schindler'in Listesi"dir. Bu filmi seyredip de ağlamayan çok az insan olmuştur. Çünkü Steven Spielberg bütün hünerlerini sergilediği bu filmin izleyen istisnasız her seyirci, yahudilere çok kötülükler yapıldığını görüp üzülmüştür. Halbuki o kötülüklerin ve zulümlerin çok daha beterini ve fazlasını 50 yıldan beri İsrail devleti, Gazze'de yapmaktadır fakat Filistin'deki acıları gören, bilen yok. Çünkü Gazze'de yaşayan garibanların Spielberg ayarında bir sanatçısı mevcut değil.
Nitekim Spielberg, James Cameron'un sualine cevap verip sözünü şu şekilde bağlıyor: "Bu bir savaş aslında... İyilikle kötülüğün savaşı...  Benim için bir savaş... Gözünü aydınlık taraftan yani iyi taraftan ayırmamalısın." Yaptığı filmlerle yahudilik propagandası yapan ve uzaylıların dünyayı istila edeceği mesajlarını veren bir sinemacı "iyi"nin tarifini de yapması gerekirdi ama o açıkça söylemeyip, "iyi"yi seyircilerin bulmasını istiyor.
Buna verilecek en iyi misali de yine Steven'ın kendisi aynı belgeselin 15. dakikasının 35. saniyesinde şöyle anlatıyor: "11 Eylül 2001 saldırıları olmasa, Dünyalar Savaşı filmini çekmezdim. Çünkü Dünyalar Savaşı filmi, 11 Eylül saldırılarına bir göndermedir."
İngiliz yazarı H.G. Wells'in 1890'ların sonunda yazdığı "Dünyalar Savaşı" kitabı nasıl ki İngiltere'nin Hindistan ve Osmanlı'yı işgal etmesine karşılık, tam tersi bir vaziyetin kendi başlarına gelebileceği ihtimali üzerine yapılmış empatiyse; Spielberg'in çektiği aynı isimli film de ABD'nin "terörist" olarak tarif ettiği Müslümanlara karşı yapılmış öldürücü bir hamleydi.
Bunları yazmamın sebebi, bir dine mensup insanları veya bir sinemacıyı kötülemek değildir. Herkesin istediği inanca sahip olmak ve dilediği konularda sanat eseri vermek hürriyeti vardır. Spielberg'in yaptığı filmlerden yola çıkarak adama öfkelenmektense, gücü yetiyorsa başka insanların da çeşitli sanat dallarında eserler vermesi gerekiyor. Bu konuda bir Çin atasözü der ki: "Karanlığa küfrederek uyuyakalırsan, bir başkasının mumu yakmak için çıkardığı gürültüyle uyanırsın."

https://www.alemihaber.com/yazar/islam-gemici/spielbergin-sinemasi_324
 

Pazar, Haziran 30, 2019

İhanet Oyunlarının Kürt Piyonları


Michael Soussan’ın BM’deki diplomatik hayatındaki yaşadıklarından yola çıkılarak yazdığı kitaptan uyarlanarak çekilen “Backstabbing for Beginners” filmi 2003 yılının Eylül ayında, New York şehrindeki The Wall Street Gazetesi’nin bulunduğu caddede başlıyor ve (filmdeki ismiyle) başrol karakterimiz Michael Sullivan gazete binasına giriyor. Filmin orijinal isminin Türkçe karşılığı “Yeni Başlayanlar İçin Sırtından Bıçaklama” anlamına gelse de, memleketimizde bu film yine saçma sapan şekilde “Komplo” ismiyle vizyona girecek veya girdi.

Filmin jeneriği bittikten sonra, dönüyoruz Ekim 2002 tarihine ve Birleşmiş Milletler binasına gidiyoruz. Hani şu güya yeryüzündeki bütün devletlerin temsil edildiği söylenen New York’daki BM merkezine… Michael Sullivan, diplomat olmak isteyen idealist bir genç olarak insanların faydasına olan güzel işler yapmak arzusundadır. Michael’in babası 1983’deki Beyrut saldırısında ölmüştür ve çalıştığı işten memnun olmayarak BM’de vazife almak üzere iş müracaatında bulunmuştur. Başvurusu kabul edilen Michael, BM’de Irak’a yönelik yürütülen “Petrol Karşılığı Gıda” adlı insanî programın başındaki adam olan Costa –Pasha- Passaris’in (gerçekteki ismi Benon Sevan) özel yardımcısı olarak işe başlar. Bu insanî programın hedefi, güya, Irak’daki petrol satışlarını idare edip, elde edilen kârla ihtiyaç maddelerini temin etmek ve ülkedeki sıkıntıların hafifletilmesidir. Program, birinci Körfez Savaşı sonrasında devlet başkanı Saddam Hüseyin’i cezalandırmak maksadıyla, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 986 sayılı kararıyla 1995 senesinde başlatılmıştır.

Fakat film ilerledikçe, Michael’ın ifadelerinden anlıyoruz ki, “Petrol Karşılığı Gıda” programı Irak’ın içine BM tarafından sokulmuş bir Amerikan Hançeri’dir ve ortada çeşitli politik dolaplar dönmektedir. Akşam evine dönerken Michael’ın yanına bir FBI ajanı yaklaşır ve kendisine casusluk teklif eder. Çünkü ABD istihbaratı da programın başındaki Pasha’dan şüphelenmektedir. Vaziyet kuşku duyulmayacak gibi değildir, sebebi de programın yıllık harcaması 10 milyar ABD Doları’dır. Bu rakam da, BM’nin diğer bütün programlarının toplam bütçesinin tam 5 mislidir. Programın işleyişi de gayet basitti: Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra Saddam Hüseyin’e uygulanan ambargo dolayısıyla Irak ekonomisi batmıştı. İlaç ve temel gıda sıkıntısı yüzünden halk açlık ve hastalıktan kırılıyordu. Güya bu programdan ötürü hem Irak halkının yiyecek ihtiyacı karşılanacak hem de Saddam’ın (olmayan) kitle imha silahlarını geliştirmesi engellenecekti. Irak petrolü, BM gözetiminde rayiç fiyattan dünya piyasalarına satılıyor ve alınan paraya da (BM kılıfı altında) ABD tarafından el konuluyordu. Michael’in ifadesiyle “tezgâh, kitabına uygun olarak” kurulmuştu.

Bu satıra kadar okuduklarınız, filmin başında seyirciye anlatılıyor. Olan hadiseler ne ise, filmin girişinde bu şekilde özetleniyor. Sonrasında da emperyalist devletlerin ve şirketlerin hakiki yüzünü görmeye başlıyoruz:

Madde 1 – Diplomasinin ilk kuralı: Gerçeğin bir önemi yoktur. Önemli olan komployu ve tezgâhı kuranların düşünceleri ve yaptıklarıdır. Gerisi boştur.

Madde 2 – Sus ve konuşma: Bildiklerini kendine sakla. Bir gün lazım olduğunda konuşursun.

“Gıda Karşılığı Petrol” programının başındaki idareci Pasha (Benon Sevan), Irak’daki BM dolayısıyla da Amerikan varlığının devamı için bütün istatistikleri değiştirir, herşeyi olumlu ve yolunda gösterir. Hâlbuki gerçek farklıdır. Saddam, halkının ihtiyaçlarını karşılayan bir liderdir (filmdeki ifade aynen bu) fakat bütün dünyaya basın-yayın vasıtaları yoluyla tam tersi anlatılarak, Irak’ı işgal etmek için zemin hazırlanmaktadır. BM programı aracılığıyla Irak’a yollanan ilaçlarının tamamının son kullanma tarihi geçmiş, yiyecekler bozulmuştur. Buna rağmen sanki herşey çok iyiymiş gibi, bu bozuk gıda ve ilaçlar bir de karaborsaya düşmektedir. Ancak bu durum BM görevlilerinin umurunda bile değildir. Mühim olan, emperyalistlerin Truva Atı olarak Irak’da bulunmasıdır.

Birleşmiş Milletler’in Bağdat’daki Fransız müdiresi Christina Dupre herşeyin yalan olduğunun farkındadır ve programın başındaki Pasha’yı (Benon Sevan) tehdit etmektedir. Dupre tek istediği vardır: Sağlıklı yiyecekler ve sağlam ilaçlar… Fakat bayan Dupre’nin gerçekleri ortaya dökmesinden korkan Pasha bir tuzak hazırlar: Dupre’yi ortadan kaldıracaktır.

Programın Güney Kıbrıslı Rum yöneticisi Costa –Pasha- Passaris (gerçekte Ermeni asıllı Kıbrıs Rum’u Benon Sevan) Bağdat’daki durumu yardımcısı Michael’e şöyle özetler:

* Şımarık Bush (George W. Bush) “Saddam, babama hakaret etti” diyor. Amerikalı muhafazakârlar da, demokrasi Irak’da çiçek gibi açacak sanıyorlar.
* Rusya başkanı Putin istiyor ki, oğul Bush çuvallasın.
* Çin ise yeni pazarlara girmek istiyor. Irak da iyi bir pazar…
* Irak’da olan hadiseler Avrupalıların umurunda bile değil.
* Petrol şirketleri de “ambargo bitsin, Irak’ı dilediğimiz gibi sömürebilelim” istiyorlar.

Filmin 31. dakikasına geldiğimizde herşey önümüze daha net şekilde seriliyor ve sahneye ABD ile İsrail’in en önemli müttefiki olan Kürtler çıkıyor:

- Kuzey Irak’da yaşayan Kürtler, BM üzerinden ABD’nin Irak’ı vurması için en büyük koz haline geliyorlar.
- Kürdistan’ın Irak içinde ABD’nin korumasında “ayrı bir devlet olduğu” üstüne basarak vurgulanıyor.
- Kürtler’in Irak devletine olan ihanetleri sıralanarak, buna rağmen Saddam’ın ülkesinin güvenliği için yaptığı bütün askerî operasyonlar olduğundan yüz (100) kat daha kötü gösterilerek, müthiş bir algı operasyonu yapıldığı anlatılıyor.

Enteresan olan şu ki; bu dakikaya kadar hadiselere objektif olarak yaklaşan Michael, bir Kürt kızıyla yatağa girince (Kürt kızı rolünde de Hakkârili meşhur Yılmaz Erdoğan’ın karısı Belçim Bilgin Erdoğan var - Sonradan zahmet edip boşadı) anlattığı herşey objektifliğini kaybediyor. Hatta bu konuda Pasha (Benon Sevan), argo deyimler kullanacak kadar sert ifadelerle Michael’i ikaz ediyor fakat kadın yüzünden gözü dönmüş olan genç diplomat Michael kimseyi dinlemiyor.

Kürt kızı Nashim (Belçim), Michael’a “Irak ordusunun ırkdaşlarına saldırmasının tek sebebinin Kürt olmaları olduğunu” söylüyor. Mustafa Barzani’den itibaren Kürtlerin içinde yaşadıkları Irak devletine yaptıkları ihanetlerden tek kelime bile bahsetmiyor.

Ve filmin ortasına geldiğimizde “büyük oyun” başlıyor:

Önce Bağdat’daki BM müdürü Christina Dupre, New York’daki idareci Costa Passaris tarafından tertiplenen bir hileyle alaşağı edilecektir. Adaletsizliğe karşı çıkan Fransız Dupre’yi nasıl yok edeceklerini Michael’a anlatan Costa Pasha şöyle der: “Diplomasi, başarıya giden yolda önüne çıkan engelleri ortadan kaldırmaktır.” Batılı devlet adamlarının Roma İmparatorluğu döneminden beri bu kaideyi tatbik ettikleri düşünülecek olursa, bize hiç yabancı gelmiyor.

İkinci olarak, güya BM TIR’larıyla silah taşıyan Saddam rejiminin fotoğrafları ortaya çıkarılır ve medya vasıtasıyla dünya kamuoyu etki altına alınır.

Üçüncü olarak, Michael’a (dolayısıyla seyircilere) yüzlerce mezar taşının olduğu bir kabristan gösterilir ve buradaki ölülerin tamamının Saddam rejimince katledilen Kürtler olduğu söylenir. Mezartaşlarının üzerinde ne yazdığını anlamayan Michael, kendisine gösterilene inanır.

Dördüncü olarak, Saddam rejiminin adamları olduğu söylenen kişilerin başrolde olduğu bir “tiyatro” gösterisi düzenlenir. Bu yol kesme gösterisi esnasında, Michael’a “Kürtlerin nasıl öldürüldüğü” teorisi ispatlanmaya çalışılır.

Irak’da bunlar olurken, oğul Bush ve İngiltere başbakanı Tony Blair de basın mensuplarına açıklamalar yapmaktadırlar. Bütün bunlar “işgal için gereken sebepler” oyununun bir parçasıdır. “Koalisyon Birliği” adını alacak olan emperyalist devletler tek müttefiki de Kürtler’dir. Tıpkı bugün Suriye’de olduğu gibi…

Belçim’in canlandırdığı provokatif ajan Kürt kadını Nashim’in Michael ile sevgili olması, gerçeklerin peşinde koşan genç diplomatın aklını alt üst ederek, Irak üstüne oynanan korkunç oyunda pek çok şeyi mahvetmiştir. Michael, birçok konuda kendisine yalanlar söyleyen Costa’yı (Benon Sevan) sadece bu kadın hususunda dinlemiş olsa, Irak’daki binlerce insanın hayatını kurtarmış olacaktır ama iş işten geçtikten sonra herşeyi anlayacaktır.

Irak’ı işgal etmek için harekete geçen ABD ve müttefiklerinin saldırı gerekçesini son büyük yalancı George W. Bush televizyondan şu sözlerle anlatır: “Koalisyon güçleri, Iraklıların özgürlüğü için, dünyayı büyük bir tehlikeden kurtarmak ve Irak’ı etkisiz hale getirmek için askerî operasyona başladılar.”

Sonrasında Irak nasıl “özgür” oldu ve dünya nasıl “büyük bir tehlikeden” kurtuldu, hep birlikte seyrettik.

Toplam bütçesi 64 milyar ABD Doları olan “Petrol Karşılığı Gıda” programının baş yöneticisi Costa Passaris/Benon Sevan (Ben Kingsley canlandırıyor) foyası meydana çıktığında bile Michael’ı kandırmak için aynı sihirli cümleyi kurar: “Dünyayı birlikte kurtarabiliriz, sen ve ben.” Michael bu sözlere inanmayıp, görevden alınmasını sağladıktan sonra da Costa/Benon Sevan Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ne kaçar. Güney Kıbrıs ile ABD arasında “suçlu alışverişi olmadığı” için de Sevan’a kimse karışmaz.

ABD ordusunun Bağdat’ı ele geçirmesinin ardından, Batılı emperyalistlerin en sadık müttefikleri Celal Talabani ve Mesut Barzani başkentte boy gösterirler. Talabani Irak’a cumhurbaşkanı yapılırken, kuzeydeki “devletçiğin” idaresi de Barzani’ye bırakılarak ikisi de mükâfatlandırılırlar.

İşte size yönetmenliğini Per Fly’ın yaptığı, başrollerinde Theo James, Ben Kingsley, Belçim Erdoğan ve Jacqueline Bisset’in olduğu, ABD ve Danimarka ortak yapımı  “Backstabbing for Beginners” son yılların en ufuk açıcı filmi.

İşin tuhafı emperyalistlerin çevirdiği bütün dolapların, kurulan bütün tuzakların, atılan bütün bombaların hedefindehep halkı Müslüman olan ülkeler var. Uzakdoğu’dan Avrupa’ya kadar bütün işgal hareketleri de İslam coğrafyasında yaşanıyor. Fakat Amerikan halkını ve ekonomisini ayakta tutan trilyonlarca petro-dolar ABD bankalarına akmakta… Teorik olarak bu servetin sahibi Arap Devletleri, pratikte ise ABD.

Son bir not: Bu yazıyı yazarken, “Mesut Barzani, Trump’ın özel temsilcisi Brett McGurk ile Erbil’in Salahaddin kasabasındaki konutunda görüştü” haberine rast geldim. Tarih, 2018 senesinin ağustos ayı. Yukarıda anlattığım filmde yaşanan olayların üstünden 16 yıl geçmiş ama Kürtlerin yaşayan son temsilcisi Barzani halen Amerikalıların uşaklığına talip... https://www.alemihaber.com/yazar/islam-gemici/yeni-baslayanlar-icin-ihanet-oyunlari_312

Cuma, Haziran 28, 2019

"Roman Okumak" Bir Kültürdür


İslam Gemici - Serbest Gazeteci (Freelance Journalist)

Üniversite birinci sınıftayken, kaldığım erkek öğrenci yurdu fakülteye uzak mesafedeydi. Her gün yolculuk için 1,5 saat sabah, 2 saat de akşam saatlerinde belediye otobüsü ve vapurda vakit harcıyordum. İşte bu yolculuklar esnasında, çocukluğumdan kalan alışkanlıkla kitap okurdum, genelde de roman ve hikâye... Okuyacak kitap kalmadığında da ya bir arkadaştan ödünç kitap alırdım yahut Beyazıt'daki Sahaflar Çarşısı'na gidip ucuza bulduğum bir kitabı...

Fakültenin eğitim dönemi başladıktan birkaç ay sonraydı. Bir sabah yine kitap okuyarak sınıfa gelmiştim. Defter ve kitaplarımın arasında gazete kâğıdıyla kaplı kalın romanı gören sınıf arkadaşım Uğur Kayar kitabı eline aldı, açtı, baktı ki, bir macera romanı, dudak büküp küçümseyerek "sen hâlâ roman mı okuyorsun?" dedi.

Şaşkınlık içinde kalmıştım. "Ne var ki bunda?" diye soruyla cevap verdim.

"Üniversiteye gelmişsin, siyasî kitap okuman gerekirken roman okuyorsun" deyince, ne diyeceğimi şaşırdım. Roman okumayı bayağı, pespaye bir eylem olarak görüyordu.

Deyim yerindeyse, apışıp kalmıştım. O güne kadar bildiğim, duyduğum, okuduğum büyük insanlar roman okumuş; hikâyeler, romanlar yazmışlardı. Dünyayı değiştiren en önemli unsurun "kalem" olduğuna inanarak büyümüştüm. Babamı, annemi, dayılarımı, amcalarımı, arkadaşlarımı hep kitap okurken görmüştüm. Ben daha okumayı bilmezken, annem ve babam bana kitaplar okumuşlar, en heyecanlı maceraları, en acıklı aşk hikâyelerini, en büyük savaşları, en güzel masalları hep kitaplardan öğrenmiştim. Şimdiyse sınıf arkadaşımın romanları küçümseyen bu tavrı içime bir ok gibi saplanmıştı. Öylece kalakalmıştım. Birkaç dakika sonra ders başladı ve herkes yerine oturarak, sınıfa giren hocayı dinlemeye başladı. Fakat ben zihnimi bir türlü derse veremiyordum, çünkü çok derinden yaralanmıştım bir kere...

O günden sonra yolda giderken roman okumayı bıraktım, artık sadece uyumadan önce yatağa uzandığımda okur olmuştum. Sair zamanda da daha ağırbaşlı fikir kitapları okuyordum.

Attila İlhan'a Borcum Var

Aradan birkaç yıl geçti. Bir gün alışveriş yaptığımda, aldığım bir şeyi yarım sayfa gazete kâğıdına sararak bana verdiler. Eve gelip de paketi açıp içindekini çıkardıktan sonra, gazete kâğıdında ne yazılı diye merak ettim. Milliyet Gazetesi'nin orta sayfalarından birinin yarısıydı ve Attila İlhan'ın köşe yazısının başlangıç bölümü okunacak vaziyetteydi. Okumaya başladım. Attila İlhan makalesinde "roman okumanın bir kültür işi olduğunu, hayatı ve insanları tanımak için roman okumanın lazım geldiğini, her insanın roman okuyamayacağını bu nedenle roman okumanın bir ayrıcalık olduğundan" bahsediyordu...

Yazının devamı sayfanın altında kaldığı için nasıl bittiğini bilmesem de oraya kadar okuduklarım bana yetmişti. O günden sonra yeniden roman okumaya başladım.

Roman ve hikâye okumanın tadı hiçbir şeye benzemez. Bu tada en yakın keyif ancak radyo tiyatrosu dinlemekte bulunabilir. Kitabın sayfalarını çevirdikçe, her bir satırını okudukça, cümlelerin tesiriyle bambaşka bir âleme gidilir, hikâyenin veya masalın kahramanlarıyla beraber biz de maceradan maceraya koşarız. Devlet kurar, padişah olur, kötü kimseleri yakalayıp tesirsiz hale getirir, sıcak bir günde ovada akmakta olan derenin serin suyunu yudumlar, kocaman yolcu uçaklarında seyahat eder, on kişiyi öldürmüş olan seri katili bulmak için polis dedektifi gibi iz süreriz. Bu heyecanın benzerini radyo tiyatrosu dinlerken yaşayıp hissetme bahtiyarlığına ererken, film seyrederken alınan tat bu kadar etkileyici olmaz. Kitabın satırlarını okurken kafamızda kurduğumuz âlemin bizzat içindeyizdir fakat sinemada veya televizyonda film seyrederken "izleyici" olmaktan öteye geçilmez. Ayrıca "hayaller" de ekranda gördüklerimizle sınırlandırılmıştır.

Filmi Yapılan Romanlara Bir Örnek: Kurtlarla Dans

İşte bu nedenlerden ötürü, kitabını okuduğum romanlardan uyarlanan filmleri seyretmemeyi tercih ederim. Çünkü her defasında çok büyük hayal kırıklığına uğramışımdır. En fecisi de 1990 yılı yapımı ve 1991'de 7 adet Oscar ödülü almış olan "Kurtlarla Dans - Dances with Wolves" filmidir. Yönetmen ve başrol oyuncusu Kevin Costner zekice bir davranışla senaryoyu da romanın yazarı olan Michael Blake'e yazdırmış ve filmin süresi de 3 saat olmasına rağmen, film benim için tam bir hayal kırıklığıdır. Kurtlarla Dans romanı; sıradan, edebî değeri olmayan bir eser olmasına rağmen, filmden kat be kat fazla keyiflidir. Çünkü roman sanki senaryo gibi sahne sahne yazılmıştır ki, anlatılan her bir ayrıntıyı, her duyguyu, her düşünceyi, her konuşmayı, her bakışı ben hayalimde öylesine benimseyerek yaşamışımdır. Ama yine de ne olursa olsun, 7 Oscar ödüllü bir film bile beklentilerimi karşılayamamıştır.

Yıllar sonra yazar ve senaristi Michael Blake devam niteliğinde iki roman daha yazarak, Amerikalı beyazların Kızılderililere yaptığı haksızlıkları ve katliamı çok güzel anlatmıştır. "Kutsal Yol - Holy Road" ve "Kızılderili Çığlığı: Bir Amerikan İsyanının Kalbi - Indian Yell: The Heart of an American Insurgency" romanları Türkçe'ye çevrilerek ülkemizde satışa sunulmuştur ama yayınevlerimiz "Marching to Valhalla: A Novel of Custer's Last Days" ve diğer kitaplara rağbet etmemişler. Ki, Michael Blake ile Forrest Carter'ın Kızılderililerin yaşadığı faciaları anlatan romanları, Dee Brown'ın "Kalbimi Vatanıma Gömün - Bury My Heart At Wounded Knee" kitabında anlattığı katliamları destekler mahiyettedir.

Konuyu daha fazla dağıtmadan toparlayayım, yoksa şimdi Bartolome De Las Casas’ın "Kızılderili Katliamı" kitabına geçip, insaflı bir papazın gözünden bir kavmin yok edilişini anlatmaya başlayacağım. Casas, Dee Brown ve Forrest Carter'ı başka bir yazıya bırakayım. https://www.alemihaber.com/yazar/islam-gemici/roman-okumak-bir-kulturdur_303

Burası Tabular Ülkesi Türkiye


İslam Gemici - Serbest Gazeteci (Freelance Journalist)

Çocukluğumda TRT'de yayımlanan dizi filmleri saymazsak, dizi film seyretmek gibi bir alışkanlığım yok. Hele de son 10-15 yılda televizyon kanallarında "yerli dizi film" başlığı altında verilen "ucubelere" tahammülüm hiç yok.

Çünkü, dünyadaki televizyon kanalları için üretilen dizi filmlerin her bölümü 30 ilâ 60 dakika arasında olur.

Çünkü, dizi filmler sinema için yapılan filmlerde verilmesi güç olan hikâyeleri hakkını vererek işlemek için yapılırlar.

Çünkü, sinema filmi yapmak masraflı ve zor olduğu için, daha kısa zamanda ancak aynı tadı vermek için dizi film yapılır.

Çünkü, seyirciyi günlük veya haftalık periyotlarla ekrana bağlamak için dizi film yapılır.

Fakat Türkiye'de böyle mi ya? İnsanı çıldırtacak derecede uzun ve amaçsız yazılmış senaryolar üzerinden bol reklam kuşağı almak hedefleniyor. Konu kıtlığı varmış gibi "aşk" kelimesine hakaret niteliğinde berbat öyküler seyircinin önüne konuluyor. Gerçi senarist ve yapımcıların haksız olmadığı bir husus var ki: İzleyici -özellikle de kadınlar- bunu istiyor. Aynı karakterler, benzer mekânlar, verem edecek saçmalıklar... Seyirci kalitesinin pek düşük olduğu ABD'de bile bu kadar konu kısırlığı yaşanmazken, ülkemizde niye böyle oluyor, ben çözemedim. Ancak şunu biliyorum ki, gün gelecek bu devran sona erecek. İspanya, Kore, Danimarka, Hindistan gibi ülke sinemalarının başardığı işi biz de başaracağız fakat bu kuşak filmcilerle değil...

Dokunulmaz Meslekler ve İnsanlar

Yaşı 40'ın üstündeki nesil için, çocukluğumuzda seyrettiğimiz Vadideki Hayat, Kadın Polis, Bonanza, Ivanhoe, Uzay Yolu, Baretta gibi diziler hatıralarımızdan hiç silinmeyecekler. Yabancı dizilerin hepsine başarılı diyemeyiz ama aralarında bazıları var ki, bütün dünyada ilgiyle takip ediliyor, bir sonraki bölümü beklemek ızdırap halini alıyor. Yakın geçmişte bunun en güzel örnekleri olarak Lost, Prison Break, Fringe, Breaking Bad, X Files, Sopranos ve daha pek çok dizi film ismi sayabilirim. Son senelerde yapılan dizilerde, eskilerin kalitesi yakalanamasa bile, yine çok beğenilen diziler var. Vikingler, Walking Dead, Game of Thrones, The 100, Chicago Fire, Black Mirror vs.

Bu dizi filmlerden çoğu benim ilgi alanıma girmese de, neler olduğunu bilmek adına takip ediyorum. İsmini yazdığım veya yazmadığım bu dizilerin konularının çok çeşitli olduğunu görüyoruz. Fantastik, komedi, gizem, dram, polisiye, adliye, suç, politik, uzay, dünya, bilim kurgu, sanat, biyografi, tıp, aksiyon, din vb.

Peki, Türkiye'deki dizilerin konularına bakınca ne görüyoruz? Aşk kılıfı altında aile içi aldatma ve komedi. Adı "polisiye" olup da kendisi "absürt komedi" olan birkaç tane dizi film. Başka? Yok. Bunun sebebi nedir? Cevap: Toplumsal tabularımız.

Sadece dizilerde değil, sinema için çekilen filmlerimizde de aynı "kâbus" geçerli. Memleketimiz senaristleri, yapımcıları, yönetmenleri ve oyuncularının o kadar fazla tabuları var ki, bunlar yüzünden ne fantastik, ne polisiye, ne siyasi, ne biyografik, ne bilimkurgu, ne gizem, ne suç, ne adlî, ne bilim, ne de toplumsal film veya dizi yapılamıyor. Geriye ne kalıyor? Yalnızca aşk maskesi altında fuhuş ve komedi kılıfı altında da saçmalık filmleri yapmak.

Bu tabular neler demeyin, çünkü bu ülkede bütün polisler, bürokratlar, politikacılar, din adamları, bilim adamları, doktorlar, hemşireler, askerler ve sanat erbabının tamamı süt ile yıkanmışlardır. Herhangi bir meslekle ilgili bir dizi veya film yapılacağı zaman senarist ve yapımcı, bu insanları ya çok iyi gösterecektir veya o konuya el atmayacaktır. Hele bir dizi veya filmde bir doktoru, polisi, siyasetçiyi, imamı (bunun tam tersi de oluyor: İmam veya müezzinler kötünün de kötüsü olarak gösteriliyor), subayı, yargıcı, savcıyı ya da hemşireyi kanunsuz işlere bulaşmış gösterin bakalım. O meslek grubunun dernekleri memleketi başınıza yıkarlar, hakkınızda dâvâ açarlar, yayını yapan TV kanalının önüne siyah çelenk koyarlar, sizi "persona non grata - istenmeyen adam" ilân ederler.

İşte bu nedenler yüzünden, Türkiye'de biz, maalesef, uyduruk aile içi ensest ve aldatmanın zirve yaptığı dizi veya filmleri seyretmeye mahkûmuz. Senarist ve yapımcıların savunması da hazır: "Siz, gündüz kuşağındaki TV yayınlarını izlemiyor musunuz? O masum Anadolu insanı dediğiniz kişilerin birbirlerine neler yaptıklarını görmüyor musunuz da, biz aynı mevzuları filmlerimizde konu edindiğimizde bize saldırıyorsunuz?"

Karşılıklı etkileşmeyle başlayıp, suya atılan taşın etrafında büyüyen halkalar misâli, yıllar geçtikçe artan “toplumun bozulması” hadisesinde suçu üstüne alan yok. Maddî menfaatler için halkın duyguları sömürülürken, vatandaşlarımızın önceleri keyifle seyrettikleri dizi ve filmler şimdi günlük vakalar haline geldi. Televizyonlarda, gazetelerde, haber sitelerinde, radyolarda haber bültenlerinin büyük bölümü “3. Sayfa haberi” diye tarif edilen suçlara ayrılıyor: Çocuklar kaçırılıp öldürülüyor, komşunun karısına tecavüz ediliyor, adam karısını aldatıyor, buna mukabil kadın da kocasını boynuzluyor. Oluyor da oluyor...

Ve bu durumu düzeltmek için gayret göstermesi lazım gelen mercilerde oturanlar da yüksek tutarlı maaşlarını alarak, vicdan azabından zerre nasiplenmeyerek, olanları seyrediyorlar.
https://www.alemihaber.com/yazar/islam-gemici/tabular-ulkesi-turkiye_301

Cumartesi, Haziran 08, 2019

Biri Sizi Gözetliyor: Anon



İslam Gemici - Serbest Gazeteci (Freelance Journalist)

Atmosfer, sinema tarihinin önemli polisiyelerinden biri olan David Fincher'ın yönettiği "Seven - Yedi" filmini hatırlatan karanlık/gri bir dünya ama yağmur yağmıyor, kupkuru... Gözle görülen herşeyin "kamera kaydı" gibi kaydedildiği fantastik bir âlem... İnsan zihinlerinin okunabildiği... Canlı ve cansız herşeyin ve herkesin bir barkodunun olduğu bir evren... Sokak ve caddeler boş sayılır, sadece aceleyle yürüyen donuk yüzlü insanlar ve tek tük geçen arabalar var. Ancak söylemeden geçmeyeyim: Filmin içine gizlenmiş bol miktarda gizli reklam var. Spor giyiminden tutun da, elektronik eşyalar, bira, sigara, yiyecek markaları bilinçaltımıza (subliminal) hücum ediyor. Filmin yapımcıları pek çok şirketten sponsorluk almışlar. Hele de başrol oyuncusu Clive Owen'ın ağzına yakışmasa da, sırf reklam olsun ve senaryoya uysun diye habire sigara içmesi, sigara tiryakilerini bile tiksindirebilecek seviyede... Hani Clint Eastwood gibi bir aktör olsa sigaraya itiraz etmeyebilirdim ama sigara, polis dedektifi Sal Frieland rolündeki Clive Owen'da çok iğreti duruyor.

Filmin başlangıcı ve gelişmesi iyiyken, ortasından sonra senaryonun hikâyesi başka bir mecrada akmaya başlıyor. Biraz da heyecan duyarak bekliyoruz ki, olaylar zirve yapsın, sonra da çözüm süreci başlasın. Fakat bir türlü olmuyor. "Truman Show" filminin senaristi, Simone (S1m0ne) filminin senaristi ve yönetmeni Andrew Niccol bu defa başaramıyor. "Anon" filmi bir türlü vasatın üstüne çıkamıyor. Umumiyetle karanlık/huzursuz/ümitsiz gelecekle alakalı filmlerle uğraşan yönetmen Niccol, oluşturmak istediği atmosfer hususunda istediğini elde etmiş ama Anon'un genelinde ortalamanın altında kalmış.

Şunu da söylemekte fayda var. Anon'daki katil ile 1997 yapımı "Kızları Öp - Kiss the Girls" filminin seri katili birbirine çok benziyorlar. İkisi de bebek yüzlü, ikisinin de niçin öldürdükleri filmde bir türlü izah edilemiyor, ikisi de ekranda göründükleri anda kendilerini belli ediyorlar. Katil kim, diye bir şüpheyi sonuna kadar götürsek de, finalde "evet, katilin bu olduğunu tahmin etmiştim" diyorsunuz. Gerçi pek çok polisiye filmde benzer özellikler vardır ancak bu ikisindekileri ben fazlasıyla birbirine benzettim.

KARANLIK GELECEĞİN MEŞ'UM İNSAN İLİŞKİLERİ

Teknoloji karşısında ezilmiş, köle haline gelmiş insanların ilişkilerinin de baskı altında olduğu böylesi bir dünyada kim yaşamak ister bilemem ama kameralarla her adımımızın takip edildiği günümüzün modern hayatının gittiğini noktanın, filmdeki gibi bir âlem olduğu kuşku götürmüyor. Herkesin birilerini takip etmesine gerek yok, teknik cihazlar öylesine gelişmiş durumda ki, attığımız adımlar bile sayılıyor. Nerede alışveriş yapmışız, kiminle oturmuşuz, tatil için nereye gitmişiz, hangi kitapları okuyoruz, yedi göbek sülalemizde kimlerle akrabayız vs. Böylesine hercümerç olmuş bir dünyada, kendimizi korumak için epeyce fedakârlıkta bulunmamız gerekiyor.

Ayrıca filmi seyrederken, sanal ile gerçek dünyaların mukayesesini de yaptım. Sanal dünyayı "hakikat" zannedenler ile gerçek dünyada yaşayıp da "sanal âlem" üzerinde tasarrufta bulunanları düşündüm. Sanal âlemdeki yaratıkların, gerçek dünyadaki "güçlüler" tarafından "kukla" misali yönlendirilmeleri; Matrix örneğindeki gibi, neyin hayal neyin hakikat olduğunun farkına varılabilmesi için bilginlerin "hikmet ve irfan" konularında ilim sahibi olmaları gerekmesinin şart olması... Yani, insanlığın "bilim" diye bildiği şeyin aslında eşyanın bilgisini zihne nakletmesi olduğunu; bu nakil işleminin de ambarda eşyaları üstüste yığmaktan farksız olmasının farkına varılarak, bilimin sadece akıl ve zihin hamallığından ibaret olmaması için "bilginin hikmetle aydınlatılarak, irfan ile bereketli bir tarla" haline getirilmesi gerekir. Hikmet ile aydınlanmış beyinler irfana ulaşırlarsa, hem kendilerine hem de çevresindeki evrene ışık tutarlar. İlmini hikmet ve irfan ile doruklara çıkaramayanlar ise, hayat ve kâinat bilmecesindeki sırları çözemezler. Tıpkı dedektif Sal Frieland'in içine düştüğü cinayet girdabında boğulurken, kim olduğunu bilmediği bir kadının karşısına çıkarak, ona karşıkarşıya olduğu büyük muammayı çözmesi için lazım gelen yöntemi göstermesi gibi...
https://www.alemihaber.com/yazar/islam-gemici/biri-sizi-gozetliyor-anon_299

*********************

Le début et le développement du film sont bons, mais après le milieu de l'histoire du script commence à couler dans un autre support. Nous sommes également heureux d’espérer que les événements culmineront et que le processus de solution commencera. Mais cela n'arrive jamais. Le scénariste "Truman Show", le scénariste et réalisateur Simone (S1m0ne) Andrew Niccol échoue cette fois-ci. Le film "Anon" ne peut tout simplement pas dépasser la moyenne. Traitant généralement de films sur l’avenir sombre / agité / désespéré, le réalisateur Niccol a réalisé ce qu’il souhaitait en termes d’atmosphère qu’il souhaitait créer, tout en restant inférieur à la moyenne dans Anon.

Je devrais aussi dire ça. Le tueur d’Anon et le tueur en série du film Kiss the Girls de 1997 sont très similaires. Tous les deux ont un visage de bébé et ne peuvent pas être expliqués dans le film qu'ils ont tué tous les deux, et ils se montrent tous les deux quand ils apparaissent à l'écran.


*

Начало и развитие фильма хорошее, но после середины сюжета сценарий начинает перетекать в другую среду. Мы также рады ожидать, что события достигнут максимума, а затем начнется процесс решения. Но этого никогда не происходит. Сценарист "Truman Show", сценарист и режиссер Simone (S1m0ne) Эндрю Никкол проваливается на этот раз. Фильм «Анон» просто не может быть выше среднего. В целом, имея дело с фильмами о мрачном / беспокойном / безнадежном будущем, режиссер Никкол достиг того, чего хочет, с точки зрения атмосферы, которую он хочет создать, но в Аноне он ниже среднего.

Я должен также сказать это. Убийца в Аноне и серийный убийца фильма 1997 года «Поцелуй девушек» очень похожи. Они оба с детским лицом, и их нельзя объяснить в фильме, что они оба убили, и они оба показывают себя, когда появляются на экране.

*

The beginning and development of the film is good, but after the middle of the story of the script begins to flow in another medium. We are also excited to expect that the events will peak and then the solution process will begin. But it never happens. "Truman Show" screenwriter, Simone (S1m0ne) screenwriter and director Andrew Niccol fails this time. The movie "Anon" just can't get above average. Generally dealing with films about the dark / restless / hopeless future, director Niccol has achieved what he wants in terms of the atmosphere he wants to create, but is below average across Anon.

I should also say that. The killer in Anon and the serial killer of the 1997 film Kiss the Girls are very similar. Both of them are baby-faced, and they cannot be explained in the film that they both killed, and they both show themselves when they appear on the screen.


*

بداية الفيلم وتطوره جيدان ، لكن بعد منتصف قصة النص يبدأ التدفق في وسط آخر. كما أننا متحمسون لتوقع أن الأحداث ستصل إلى ذروتها ثم تبدأ عملية الحل. لكن هذا لا يحدث أبدا. فشل كاتب السيناريو "ترومان شو" وكاتب السيناريو ومخرج سيمون (S1m0ne) أندرو نيكول هذه المرة. لا يمكن أن يحصل فيلم "Anon" على معدل أعلى من المتوسط. يتعامل المخرج Niccol عمومًا مع الأفلام التي تدور حول المستقبل المظلم / المضطرب / اليائس ، وقد حقق ما يريده فيما يتعلق بالجو الذي يريد أن يخلقه ، ولكنه أقل من المتوسط في جميع أنحاء Anon.

أود أن أقول ذلك أيضا. القاتل في Anon والقاتل المسلسل لفيلم Kiss the Girls لعام 1997 متشابهان للغاية. كلاهما ذو وجه طفل ، ولا يمكن تفسيرهما في الفيلم بأنهما قتلا ، وكلاهما يظهران نفسيهما عند ظهورهما على الشاشة.

*

O começo e desenvolvimento do filme é bom, mas depois do meio da história do roteiro começa a fluir em outro meio. Também estamos entusiasmados em esperar que os eventos cheguem ao máximo e que o processo de solução seja iniciado. Mas isso nunca acontece. O roteirista de "Truman Show", Simone (S1m0ne) roteirista e diretor Andrew Niccol falha neste momento. O filme "Anon" simplesmente não pode ficar acima da média. Geralmente lidando com filmes sobre o futuro sombrio / inquieto / sem esperança, o diretor Niccol alcançou o que ele quer em termos da atmosfera que ele quer criar, mas está abaixo da média em Anon.

Eu também devo dizer isso. O assassino em Anon e o serial killer do filme Kiss the Girls de 1997 são muito parecidos. Ambos são de cara de bebê, e não podem ser explicados no filme que ambos mataram, e ambos se mostram quando aparecem na tela.

Bu Memleketten Adam Çıkmaz



İslam Gemici - Serbest Gazeteci (Freelance Journalist)

İşine geldi mi öyle, gelmedi mi böyle konuşan adamların ülkesinde yaşamak size acı veriyor mu bilemem ama kendi adıma konuşmam gerekirse bu iğrençlikten hem utanıyor hem de büyük üzüntü duyuyorum.

Bu konuyla ilgili olarak verilecek en mükemmel örnek futbol dünyasından olduğu için Abdürrahim Albayrak'ın 3 (üç) hafta arayla yaptığı iki açıklamayı peşpeşe verince, sadece şaşkınlıktan gözlerimiz açılmıyor, dilimizin ucuna kadar pek çok söz geliyor. Hani şu söyleyince hakkımızda suç duyurusunda bulunulacak cümleler var ya, işte o laflar... Bu gibi "Rabbena, hep bana" diyen kişiler yüzünden hep yutkunarak bir ömür geçirdik. Ne yapalım, bize de böyle bir zamanda, bu tip insanlarla aynı gökyüzünün altında yaşamak nasipmiş.

14 Nisan 2019 günü Fenerbahçe ile oynanan futbol müsabakasında, evsahibi takım 10 kişi kalmasına rağmen galip gelemeyen Galatasaray kulübünün üst seviye yöneticisi Abdürrahim Albayrak televizyon kameralarının önünde, çileden çıkmış ve kıpkırmızı bir simayla konuşuyordu: "Bir takım şampiyon edilecekse, çıksınlar açıklasınlar, ilan etsinler, kimse de boşuna uğraşmasın." Bkz: Bu da erkek kılıklı dansöz.

Hakemi yerin dibine sokan, ağzına geleni söyleyen A. Albayrak haberinin metnini okumak istiyorsanız buyurun: Alçaklıkta sınır tanımayan adam.

Galatasaray'ın Konyaspor ile oynadığı maçın ardından da yine televizyon kameralarının önünde "elimizde bilgiler, belgeler var, bunları açıklayacağız" diyerek alınan sonucu eleştiren Abdürrahim Albayrak, sıra Beşiktaş ile oynanan ve herkesin üstünde ittifak ettiği "hakemin yanlı ve yanlış kararlar verdiği" maçtan sonra ise bambaşka konuşuyordu: Şerefsiz herifin konuşması burada.

"Hakem çok iyi bir maç yönetti" diyen Alçak Albayrak'ın sözlerini okumak isterseniz: Bok herifin sözleri burada.

Kazanınca iyi, kaybedince "biz kötü oynadık" diyemiyor da hakemi, Futbol Federasyonunu, rakip takımın oyuncularını, seyircilerini, dışarıda köfte - ekmek satan seyyarları, kokoreççileri, güvenliği sağlayan polisleri suçlamak nasıl bir akıl tutulmasıdır, anlayan beri gelsin.

Bu sözleri sadece Abdürrahim Albayrak için söylemiyorum. Albayrak en taze örnek olduğu için mukayeseli olarak verdim. Yoksa Beşiktaş idarecilerinin başını çektiği pek çok takım için aynısı sözkonusu. Ali Koç için diyemesem de, Aziz Yıldırım zamanında benzer tavırları Fenerbahçeli yöneticiler de gösterdikleri için, eskiden herkese sempatik gelen Fenerbahçe günümüzde "en sevilmeyen kulüp" olmuştur. 20 yıllık dikta rejiminin ardından Aziz Yıldırım'ın seçimi kaybettiği gün yalnızca Fenerbahçeliler değil, rakip takım taraftarları bile bayram etmişlerdir.

Yarım asırdır şu ülkede yaşayan sıradan bir insan olarak hakikaten üzülüyorum. İnsan hata yapar, yanlışlıkla konuşur, öfkesine hâkim olamayarak ileri-geri laflar edebilir. Bu gayet normaldir fakat sakinleştiği zaman yine aynı televizyon kameralarının önüne çıkıp "sevgili vatandaşlarım, ben bir kızgınlık anında şöyle böyle demiştim, bu sözlerimin bir hata olduğunu kabul ediyorum, lütfen kusura bakmayın" deme faziletini niçin göstermez? Bu erdemi niçin gösteremiyorlar biliyor musunuz? Çünkü yıllar önce de aynı haltı yiyip de o zaman da özür dilemedikleri ve fanatik taraftarlarca alkışlandıkları için, aradan o kadar vakit geçmesine rağmen aynı hatayı bilerek ve isteyerek yapıyorlar.

Futbol dünyası böyle de, politika dünyası farklı mı? Sırf seçim kazanmak, baş olmak sevdası yüzünden geçen yıl başka, bu yıl başka konuşan parti liderlerini de kimse eleştirmediği için vaziyetimiz böyle... Hatta bazı siyasi parti başkanlarımız var ki (isim vermeye lüzum yok, hepiniz tanıyorsunuz) sabah başka, akşam başka, ertesi gün de daha başka konuşarak en güzel dans figürlerini sergilemiş oluyorlar. Sonra da biz çocuklarımıza "yavrum, yalan söylemek yanlıştır, günahtır, sen hep doğruyu söyle" diyoruz. Televizyon ekranına bakan çocuklarımız yalan söyleyen amca ve teyzeleri mi örnek alırlar, yoksa bizim sözlerimizi mi? Ne demişler, lisan-ı hal, lisan-ı kal'den efdaldir. Bunu da mı anlamadınız? Gayet normal, mazimize ait herşey budandığı için imparatorluk lisanından bir kabile diline terfi ettirildik. Bu konuda biraz bilgi sahibi olmak isterseniz, Kemal Tahir'in notlarını okuyabilirsiniz veya Yavuz Bülent Bakiler'in yazılarını...
https://www.alemihaber.com/onuncusite/haber/bu-memleketten-adam-olmaz-60146

Steven Spielberg Sineması

Yeni bir belgesel film seyretmeye başladım: 2018 yılı yapımı, James Cameron's Story of Science Fiction (James Cameron'dan Bilim K...