(bu yazı 1967 yılında Güney Sanat Dergisi'nde yayımlanmış. yazıyı kaleme alan fevzi yetiker, acaba bugünleri düşünerek mi bu yazıyı yazdı? okuyunca, aradan sanki 38 yıl hiç geçmemiş gibi hissedeceksiniz.)
Fevzi Yetiker
Toplumsal yaşantımızın hemen bütün katları, konuları ne olursa olsun, kendi özellikleri kıvamında bir dokunulmazlık sınırına girmeyi başarmıştır. Bunu, siyasal toplulukların kutsal bileşiminden tutunuz, yediğimiz ekmeğin üretim koşullarını hazırlayan kişilerine, sınav veren öğrencinin çevresindeki geçerli ortama dek örneklemek kolay. Bir iş mi tutacaksınız, radyoevinde bir konser mi dinleyeceksiniz, ya da bir tiyatro topluluğunda oynamak mı geçiyor içinizden? Ne yaparsanız yapınız, önce suyun başını tutanlara şapkanızı çıkarıp, biraz ilgi, biraz sevimli görüş isteyeceksiniz. Belki de günlerce o erdemli bildiğiniz kişinin sadık uyduluğunu yapmaya kalkışacaksınız.
Okumaktasınızdır, hergün gazete köşelerinde, dergi yapraklarında sinema eleştirmenleri ünlemekten kalemlerini kırmışlar, sinema borsasını, sanatını tekelinde tutan işletmeci - yönetici kadrosuna yazmadık yergi koymamışlardır. Seyretme kaderimizin yerli malı görüntüsünü hizaya getiren bu adamların
düzenlerine yenilik getirecek, devrimci olacak, kafa tutacak kişinin vay haline...
Siyasal yaşantımızdaki tek düzeliğin, hatta gerilemenin nedeni de yine yönetim çıkarcılığının tek elde avuca alınması değil midir? Meclis adayları kulağımızdan tutarak, sandık başında zorla oy kullandırtmıyor mu?
Herkes gücünün yettiği yettiğine. Konusuna göre aslan kesilen, hemen buyurgan bir er kişi oluveriyor. Önce ben diye başlıyor, söze, sonradan yine ben varım, kurallarım var diye devam ediyor. Kendisinden yüce, soylu bir ozan, bir öykü yazarı, bir deneme ustasını anaların kolayca doğuramayacağını saptamaya çalışıyor. Hep kendisini salık veriyor.
Bir edebiyatımız var mıdır, yok mudur, onun tartışmasını yapmıyoruz. Vardır elbet, yok demek için ya insafsız, ya da deli olmak gerek. Ama bunun yanında kendi dünyalarını, çabalarını öneren, başka değerler bulunmadığını savlayan bir edebiyatçı kuşağımız da var.
Türk edebiyatındaki tekelci tutum, kuşkusuz yararlı olmaktan uzaktır. Anadolu çocuğunun gelişme ortamını baltalamak, etkisiz kılmak için -gülmeyin- çoğu bu işle ilgili yargıçlar tutarlar aralarından. Çetin sınavlara hazırlanan bu çocuğun kolu kanadı budanır, üstelik yazdıklarına da umursamaz olurlar. Saygı değer düzenleri aşamasını bitirmiştir... Daha yeni, daha devrimci bir düzenin onlara ortak çıkması için, önce şapkayı açmalı, biraz gülmeli, okşamasını bellemelidir. Yoksa öfkelenirler, kızarlar. Ne yaparlar? En azından Sartre'dan, Kafka'dan, Camus'den aktardıkları düzmece cümlelerle, bilgiççe seni yıkmaya, vurmaya savaşırlar. Erdemin, bilginin, sanatın yolu bizim tekelci edebiyatçının yoludur.
Edebiyatımızın yeni değerleri yadsıdığı yolunda öne sürdüğümüz görüşler, bugün sanırız birçok okurlar ve sanatçı kişilerce de pay edilmektedir. Meyhane söyleşileri sürgit salon edebiyatına, daha soylu geçinen kurumlu toplumlara dönüşmüş, edilen konular, davranışlar daha bir batılı özentinin yoğun havasını benimsemiştir. Sanatın yazı alanında modasını yarattığını sananlar, bu moda geçerli bir ortam yakalamış olsa da, bir süre sonra ona kınayarak bakarlar.
Dikkat buyurunuz, dergi yapraklarında boy gösteren sanat adamlarımızın adları yıllar geçse de, hep yerli yerindedir. Bunlar arasında zamanla yorulan, yiten, bu tekelcilikten bunalanlar olmuyor değil. Bu haksız koşu bir bölüğünü kervanın dışına itiveriyor bir yerde. Ne oluyor sonra? Şapkanızı yürekle başınızdan çıkarıp -cebinizden çıkaracak değilsiniz ya- siz boşalan iskemleye aday olmayı içinizden geçirdiğinizi belirtiyorsunuz. Ve böylece evrende var olan üreme yasasına bütün gücünüzle saygınızı söylüyorsunuz. Ve bu iş böylece sürüp gidiyor. Şapkanızı çıkarmayı, boyun kırmayı bir ar-namus sorunu yaparsanız, yaşamanız boyunca sabırlı, katkısız bir sanatsever kalıyorsunuz. Yazmıyor, ama onların yazdıklarını da okumaktan geri durmuyorsunuz. Yeri geldiğinde savunuyorsunuz da kendi sessizliğinizin nedenlerini araştırmaksızın. Siz yine belki Anadolu kokacaksınız, değer yargılarınız, yaratıcılığınız yine işlenmemiş katı bir özlem gibi duracaktır. Ama kişiliğinizle, gururunuz aynı çizgide kalacak, değişmeyecektir. Açıkçası satmayacaksınız kendinizi.
Bu sözlerimize bazılarınız karşı çıkıp:
- Haksızlık ediyorsun, yeryüzünde değerli olan, güzel olan herşey bizlerin kabulüdür, diyeceksiniz.
Öyle değil baylar, bu görüşe saygılı olmayan, bilerek üstüne üstüne giden nice sanatçımız öfkeli kaplanlar gibi dolaşmakta, ısıracak adam aramaktadır.
Kimbilir, belki de biz düş görmeye başladık.
geride hoş bir sadâ kalsın... çünkü, bir gün uzak denizlere yelken açacağım ve beni bir daha göremeyeceksiniz. bu yazdıklarım da, internet âleminin derinliklerinde kaybolup gidecek. çünkü, sanal âlemin en önemli özelliği "güncellemek" üzerine bina edilmiş... eh, ben de uzak denizlere gidince, bu "kendi halindeki gariban" siteyi kim güncelleyecek? kimse... ve mezartaşım yağmurlar, rüzgârlar altında aşınırken, bu site ve içindekiler de okyanusun karanlık sularında kaybolacak.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Steven Spielberg Sineması
Yeni bir belgesel film seyretmeye başladım: 2018 yılı yapımı, James Cameron's Story of Science Fiction (James Cameron'dan Bilim K...
-
Arabayı kaldırıma yanaştırdı, durdu. Önünde park ettiği manav “aracı çekmesini” söyledi. Akşam saatlerinde Harbiye’de trafik yoğun old...
-
Günümüz Hıristiyanlarının gerçekten “neye” inandıklarını bilmedikleri ortada… Ancak inanç öyle bir şeydir ki, insanlar “doğruları” öğr...
-
Roma Kilisesi'nin I. Haçlı Seferi'ni örgütlemeye başladığı sıralarda İspanya'da Cadiz ve Granada kentlerinde vaazlar veren...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder