Günümüz Hıristiyanlarının gerçekten “neye” inandıklarını
bilmedikleri ortada… Ancak inanç öyle bir şeydir ki, insanlar “doğruları”
öğrenseler bile, inandıkları şeye iman etmeyi sürdürürler. İman edilen “şey”den
vazgeçmek kadar zor bir şey yoktur.
Hıristiyanlığın geçirdiği evrimi ve Paganizm ile olan
benzerlikleri çeşitli şekillerde ifade edilmiş olsa da, “gerçek Hıristiyanlık”
inancına iman etmek kimsenin işine gelmiyor.
Şimdi size bazı
masallar (!) aktaracağım. Bu masallar Aytunç Altındal’ın ‘Yoksul Tanrı / Poor
God – Tyanalı Apollonius’ isimli kitabından seçmeler şeklinde olacak. Bakalım
beğenecek misiniz?
1054'te meydana
gelen olaylarda ilk sıralarda görev ve sorumluluklar yüklenen tarihçi-felsefeci Michael Psellus, gerçekte
çok esrarengiz bir adamdı. Güçlü bir felsefeci ve bilgili bir tarihçi
olmasının yanı sıra usta bir tartışmacı ve 'monarşist' bir bürokrattı. Aya Sofya Kilisesi'ni merkez alan gizli bir
filozoflar örgütü kurmuştu. Bu örgüt çeşitli dillerde yazılmış, çok eski
bazı metinleri Kilise yönetiminin haberi ve bilgisi olmadan tercüme ederek
kendi aralarında tartışıyordu. Bu tartışma konularının neredeyse" tamamı
Hıristiyanlığın dogmalarıyla ters ve ona karşı olan fikirler ve görüşler
üzerine kurulmuş tezlerdi. Psellus sofu bir Platonist'ti, İsa'cı değildi. Kendi
yazdığına göre insan tıpkı antik çağın filozoflarının yazdıkları gibi
'Toplumsal Varlık'tı Kilise ise bunun tam tersine inanıyordu ve insanları da
buna inandırmaya çalışıyordu. Psellus Kilise'nin dogmalarına karşı 'akıl'ı
savunuyordu- 'iman'ı ikinci plana atmıştı. Pagan filozoflara Hıristiyanlığın
kutsal ermişlerinden ve azizlerinden daha fazla atıflarda bulunuyor, onların
geleneklerini övüyordu. Psellus'un kendi gizli çevresine aktardığı gizli
bilgiler Kilise yönetimi tarafından duyulsa herhalde hemen pleps sanctanın
önüne atılırdı.
Psellus'un Bizans'ın gündelik hayatına kattığı bazı
gelişmeler onun nasıl düşünüp davranmış olduğunu açıklıyordu. Örneğin 11. yy'ın ortalarında İstanbul'da sadece
dokumacı kadınlara özgü olan ve Agatha
Günü diye adlandırılan özel toplantılar ve törenler yapılmaya başlanmıştı.
Oysa Kilisenin takviminde böyle bir ayin yoktu, hiç kimse kilisenin takviminin
dışındaki bir ayini düzenleyemezdi. Psellus bu konuda devreye girdi ve gerçekte
tam bir Pagan Ayini şeklinde
düzenlenen ve en aşırı cinsel gösterilerin yapıldığı bu özel günü, kitaba
uydurup yasaklatmayıp kökleşmesini sağladı.
Psellus'un yetkili olduğu dönemde İstanbul garip düşünceleri, inançları ve görüşleri olan bir takım
esrarengiz adamların ve onların yönettikleri örgütlerin başkenti olmuştu.
Bunlara iki örnek verelim: Calabriali
Neilos adlı cahil bir köylü, kendisine gaipten mesajlar geldiğini öne sürerek İsa'nın Tanrı'nın oğlu olmadığını
vaaz ediyordu. Neilos'a göre Bakire
Meryem'e de Theotokos (Tanrı'nın Annesi) denilmesi gülünçtü (Church and Society in Byzantium under the
Comneni 1081-1261, by Michael Angold, Cambridge, 1995, sayfa 22). Neilos, Kilise'nin kabul ettiği İncil'den
değil, İ.S. 325'deki İznik Konsili'nde yasaklanmış olan ve Apokirif diye
bilinen İnciller'den atıflar yapıyordu. Bir de söylem geliştirmişti:
"Biz O'nu (Bakire Meryem) evlendirmedik ama O karşımıza gebe çıktı!"
Tam bir rasyonalist olmasına rağmen Psellus
"cinlere" (Demonia) inanan bir bilim adamıydı. Ona göre, örneğin
kırsal alanlarda Babo adıyla anılan bir kötülük cini vardı. Psellus bundan yola
çıkarak Baboutzikarioi diye bir tür cin çarpması hastalığı teşhisi
oluşturmuştu.
İlginçtir ki, Psellus babasından değil ama annesinden çok
etkilenmiş olduğunu ve onun çok "garip" bir kadın olduğunu yazmış ve
söylemişti. Gerçekten de Psellus'un annesi Bizans'taki kadınların evliyası
gibiydi. Öldüğü zaman cenazesine binlerce kadın katıldı ve son giydiği rahibe
giysisi (Habit) 1000 parçaya bölünerek, koruyucu olacağı varsayılarak kadınlara
dağıtılmıştı.
Ne var ki Psellus'un, Kilise'nin dini ve Kutsal saydığı
metinlerden çok "gizli ve yasak öğretilere" büyük bir merakı vardı.
Bunların başında da Hermetizm geliyordu. Bu, Hıristiyan babaları tarafından
kesinlikle yasaklanmış bir öğretiydi. Bu konuda Psellus ve Cerularius
birbirlerini suçlamaya kadar varan tartışmalar yapmışlardı. Psellus Kilise'ye
bildirmeden Corpus Hermetica diye
bilinen ve sadece birer nüshaları bulunan kitapları Grekçe’ye çevirmiş ve
bazılarını da çevresindekilere çevirtmişti. Bununla kalmamış, bu gizli ve yasak öğretileri kimseye
fark ettirmeden hem Kilise'nin
Liturgy'sine (ayin töreni vb.) sokmuş hem de halkın gündelik hayatına aktararak
onların farkında olmadan Kilise'nin koyduğu ve ön gördüğü ilkeler doğrultusunda
değil Hermetik ilkeler doğrultusunda yaşamalarına aracı olmuştu. Buna
Hıristiyan literatüründe inculturation deniliyordu. Ve bu da bir tür
misyonerlik faaliyeti idi. -ancak Psellus'un uyguladığı inculturation tamamen
Hıristiyan dogmalarına karşı olan bir misyonerlikti. Psellus'un bu gizli
çalışmaları fark edilseydi önce Yedikule Zindanları'na, oradan da ipe giderdi.
Psellus, Hermetik
gizli metinlere 1050 yılında -1054'teki olaylardan dört yıl önce- Harran'daki
(Urfa) son Sabii Mâbedi yıktırılınca sahip olmuştu, kitapları ve diğer
kutsal metinleri kaçıranlar bunları niçin Psellus'a getirmişlerdi, bilinmiyor.
(Sabiiler, İncil'de ve Kur'an'da adlarından söz edilen ve Subba diye bilinen
Gnostik-Hıristiyanlardır. Bunlar Vaftizci Yahya'ya bağlıdırlar ve İsa'yı
önemsemezler. Ayrıca Bakire Meryem'e
saygı duymazlar. Mecdeli Meryem'i ve
Sofya dedikleri Hikmeti -dişil
prensibi- yüceltirler.)
Aya Sofya'da kurduğu gizli hücrede Psellus işte bu metinleri
kendi seçtiği kişiler aracılığıyla hayata aktarıyordu. Tilmizleri arasında
Araplar ve Keltler de vardı. (Katolik
dini metinlerinde Sofya 'Divine Wisdom= İlahi Hikmet' olarak tesmiye
edilmiştir. Gerçekte olmayan bir azizedir.) Urfa yakınlarındaki Harran gerek dinler tarihinde gerekse
toplumsal tarihte çok belirleyici ve önemli bir merkez olagelmişti. Antik
Çağ'da Abraham (Hz. İbrahim) burada doğmuş ve üç monotesit (tek Tanrıcı) dinin
başlatıcısı olmuştu. Ayrıca ilk üniversite dengi okul da İ.Ö. 1000 yıllarında
burada kurulmuştu. Harran, gizli
ilimlerin (Occult) ve onun Alşimizm ve astrolojiyle birlikte en önemli kolu
olan Hermetizm'in merkezi konumundaydı. Hermetizm, Harran'da yaşayan Sabiiler
ile Mardin çevresindeki Yezidiler için resmi din mertebesindeydi. Bu Sabii
versiyonunda Hermetizm özellikle Astroloji (İlm-i-Nucüm), el okuma (palmistry),
tılsım (Talisman) ve muska=Vefk (Amulet) yazma dallarında çok derin gelişme
göstermişti. Sabiilerin bir de Hermetizm -büyü, karabüyü, fal, sihir vd.-
öğreten tüm dinlerce yasaklanmış kitabı vardı. Batı dünyası işte bu En Yasak ve En Gizli kitabı Psellus'un çevirisiyle öğrendi.
Psellus, İncil'den çok önce yazılmış olduğu bilinen bu kitaba Picatrix adını koymuştu, sonraki
yüzyıllarda hep bu adla anıldı. Oysa kitabın gerçek adı başkaydı: Ghayatal Hakim" (Hikmet Sahibi
Olanların Tanrısı). Psellus İstanbul'da hermetizmi yayarken ona bu gizli faaliyetlerinde
en çok yardımcısı John Italos adlı
filozof destek olmuştu. İtalos Psellus'tan sonra Filozofların Konsülü yapıldı ve İtalos da aynı yoldan gitti. Ve O
da Psellus gibi ileriki yıllarda 'Heretik ve sapkın' olarak yargılandı ve
cezalandırıldı. Psellus Bizans'ı Hermetizm ile tanıştırırken Fransa'da da
şaşırtıcı gelişmeler yaşanmaya başlanmıştı. İnsanlar hiç alışmadıkları
bilgileri içeren kitaplar okumaya başlamışlar ve hayat tarzlarında köklü
değişiklikler yapmaya koyulmuşlardı. Avrupa'da ki ilk 'romanlar' işte bu
dönemde yazılmaya başlandı. İlkin Marie de France kadın duygusallığını anlatan
uzun şiir denilebilecek bir eser yazdı. Sonra Chretien Troyes, 1170'lerde ünlü
Lancelot ve Parceval efsanelerini Yuvarlak Masa Şövalyeleri'ni yazdı. Aynı yıllarda
ona rakip bir romancı daha vardı : Bogomil / Cathare bölgesinde doğup büyümüş
olan Gautier d'Arras. Hermetizm ve
Occult bilgilerine sahip bir kişiydi d'Arras. Eski soylu ve zengin bir
aileden geldiği biliniyordu. 1160'ta şaşırtıcı bir roman yazdı. O günlere kadar
tabu sayılan ve hakkında Kilise tarafından çıkartılmış nice kötü söylenti
bulunan bir ermişin hayatıydı bu. Gautier d'Arras romanında bu kişiyi
yüceltmiş, neredeyse İsa'nın eşiti mertebesine çıkarmıştı. Gautier d'Arras'ın
kahramanının adı Tyanalı Apollonius
idi. Katolik Kilisesi'nin 'baş' düşmanı olarak işaretlediği Anadolulu Pagan ermiş... (Renaissance
and Renewal in the Twelfth Century. Ed. by Robert L. Benson and Giles Contable,
Oxford, 1977/ 82, Conference Paper by Per Nykroq, sayfa 608)
11. yy'ın ikinci yarısından itibaren İspanya'da da garip
gelişmeler olmaya başlamıştı. İlkin Psellus'un Grekçeye çevirdiği Picatrix
İspanyolca'ya çevirildi. Bunu Hermetizm'in en önemli kitaplarından ve
belgelerinden olan Emerald Tablet (Zümrüt Metin) çevirisi izledi. İslam okültist ve Kabbalist'i İbn-i-Masarra
(883-931) bir Magi olarak yazdıklarıyla adından en çok söz edilen kişilerden
biri oldu (Baigent and Leigh, sayfa
78). Onu İbn-i- Arabi izledi (1165). Ünlü Nostradamus'un kehanetlerinin
tamamına yakını, Arabi'nin çalışmalarından yola çıkılarak kurgulanmıştır.
Bunlara ek olarak Antik Yunan ve İyonya, Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarının
yazar ve filozofları da Batı'ya yeniden giriş yaptılar. Plato, Aristo,
Empedokles, Sokrat ve Homer okunmaya ve okutulmaya başlandı.
Hermetizm'in bilime, sanata ve kültüre doğrudan ve/veya
dolaylı olarak katılmasıyla birlikte katı ve kendi içinde kapalı devre işlenen
Hıristiyan Alemi'nde ilk Rönesans hareketleri filizlenmeye başladı.
Sanıldığının tersine Rönesans 14. yy'da değil 11. yy'da başlamıştı. Örneğin
Kur'an'ın ilk Latince çevirisi bile 1143'te İspanya'da yapılmıştı. Benzer
şekilde Pisagor'un sayılara dayalı gizli
öğretisi ilk kez 11. yy'da Bizans'ta yeniden ortaya çıkmıştı. Bu yeni
fikirlerin, görüşlerin ve inanç sistemlerinin tamamı istisnasız Hıristiyan
dogmatique'ine aykırı, ona kesinlikle karşı yorumlardı.
Batı Avrupa Rönesans'a yönelirken Bizans bambaşka bir yola
saptı. Aynı şekilde Roma Kilisesi de artık iyice düşmanı gibi gördüğü Bizans'a
karşı bambaşka bir strateji geliştirdi. Madem ki Bizans neredeyse Hermetizm'le
özdeşleşmişti, Roma da yaklaşan bu tehdide karşı önlemler almaya karar verdi. İlk Haçlı Seferi'ni (1090) örgütleyerek
hem yeniden bir 'iman' tazeletmeyi hem de rakipleri İslamiyet ve Ortodoksluktan
kurtulmayı planladı ve bunları hayata geçirdi. Avrupa'da bir yanda
Rafızi/sapkın inanç sistemleri, diğer yanda imanlarını Roma'ya gösterebilmek ve
İslam Âlemi’nin ve Doğu'nun dillere
destan servetini paylaşabilmek için yanıp tutuşan yoksul düşmüş şövalyeler ve
aç köylüler arzularına bir an önce kavuşabilmek için birbirleriyle
yarışıyorlardı.
(devam edecek...)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder