Cuma, Kasım 18, 2005

EDEBİYATI TEKELİNDE TUTANLAR

(bu yazı 1967 yılında Güney Sanat Dergisi'nde yayımlanmış. yazıyı kaleme alan fevzi yetiker, acaba bugünleri düşünerek mi bu yazıyı yazdı? okuyunca, aradan sanki 38 yıl hiç geçmemiş gibi hissedeceksiniz.)


Fevzi Yetiker

Toplumsal yaşantımızın hemen bütün katları, konuları ne olursa olsun, kendi özellikleri kıvamında bir dokunulmazlık sınırına girmeyi başarmıştır. Bunu, siyasal toplulukların kutsal bileşiminden tutunuz, yediğimiz ekmeğin üretim koşullarını hazırlayan kişilerine, sınav veren öğrencinin çevresindeki geçerli ortama dek örneklemek kolay. Bir iş mi tutacaksınız, radyoevinde bir konser mi dinleyeceksiniz, ya da bir tiyatro topluluğunda oynamak mı geçiyor içinizden? Ne yaparsanız yapınız, önce suyun başını tutanlara şapkanızı çıkarıp, biraz ilgi, biraz sevimli görüş isteyeceksiniz. Belki de günlerce o erdemli bildiğiniz kişinin sadık uyduluğunu yapmaya kalkışacaksınız.
Okumaktasınızdır, hergün gazete köşelerinde, dergi yapraklarında sinema eleştirmenleri ünlemekten kalemlerini kırmışlar, sinema borsasını, sanatını tekelinde tutan işletmeci - yönetici kadrosuna yazmadık yergi koymamışlardır. Seyretme kaderimizin yerli malı görüntüsünü hizaya getiren bu adamların

Perşembe, Kasım 03, 2005

GÜZEL TÜRKÇEMİZ

geçenlerde discovery kanalını seyrederken, kaybolmakta olan ırklar ve topluluklar üzerine yapılmış olan dolgu programlara rast geldim.

afrika'daki büyük sahra'da kalan bir kavmin son 5 üyesine mi, yoksa himalaya dağlarının zirvesine yakın bölgelerde yaşayan bir topluluğa mı ah edeyim, diye düşünürken, litvanya veya estonya'da yaşadıklarını tam olarak hatırlayamadığım karay türkleri'nden bir genç kızın sözlerine şahit oldum. kız konuşurken arada bir günümüz türkçesinden kelimeler kulağıma çalındı. nasıl üzüldüğümü anlatamam. hemen google'dan arama yaparak, karay türkleri ile ilgili bilgilere ulaşıp okudum. zavallı soydaşlarımızın tarih içerisinde yaşadıklarını öğrenince, üzüntüm daha da arttı. bir zamanların en büyük imparatorluklarından biri olan hazar devleti'nin son kalıntıları diyebileceğimiz karay türkleri, bugün için "kaybolmakta olan topluluklar" statüsünde...
bunları düşünürken, türkçü yazarlardan nihal atsız'ın "milleti millet yapan özelliklerden birinin dil değil de, kan olduğu" meâlindeki cümlesini hatırladım. halbuki büyük sahra'da yaşayan kız ise "ırkımızın devamını sağlayan dilimizi konuşan yeryüzünde son 5 kişi kaldı" diyordu. demek ki neymiş, milleti tarihin derinliklerinden geleceğe taşıyan en önemli unsur lisanmış.

işte tam bu sıralarda prof. dr. mehmet kerem doksat'ın turk.internet.com sitesindeki güzel yazısına denk geldim. http://turk.internet.com/haber/yazigoster.php3?yaziid=13626
"ithâl kelimeler ve kavramlar" başlıklı yazıda dilden yola çıkan yazar, fikir akımları, kelimelerle kavramların nasıl karıştırıldığını, yabancı kelimelerin türkçemize nasıl kazandırılabileceğini, siyasi grupların

Salı, Kasım 01, 2005

YAŞAMAK ZOR

evden internete daha fazla girebileyim diye adsl'yi birkaç ay önce bağlattırdım. şimdi pişmanım.
bütün dünyada ucuz olan birşey bu memlekette de pahalı olmasın yahu! ne bu rezillik?
dünyanın en pahalı benzini, dünyanın en pahalı arabası, dünyanın en yüksek vergisi, dünyanın en pahalı cep telefonu konuşması, dünyanın en pahalı ev telefonu konuşması, dünyanın en pahalı ve kalitesiz beyaz eşyaları...
sayın sayabildiğiniz kadar.

bütün bunların yanında da DÜNYANIN EN DÜŞÜK MAAŞIYLA ÇALIŞAN İNSANLARIYIZ! (ismail sefa yine itiraz etti: neymiş efendim, biz çinlilerden, hintlilerden, afrikalılardan ve güney amerikalılardan daha yüksek ücret alıyormuşuz! eskimoları saymağı unuttun be abi!)

Pazartesi, Ekim 31, 2005

BATININ IŞIKLARI

Hamburglu Wolfgang Dircks, on sekiz katlı bir apartmanın bir dairesinde yalnız yaşayan 43 yaşında bir Alman vatandaşı idi. 1993 yılının sonlarında bir akşam evinde televizyon seyrederken öldüğünde, komşularının bundan haberi olmadı.

Ertesi gün de kimse fark etmedi Wolfgang'ın öldüğünü.
Ertesi hafta, ertesi ay, ertesi yıl da...
"Niçin fark etsinler?" de diyebilirsiniz; Wolfgang'ın borçlarını, otomatik ödeme talimatlı banka hesabı gün geçirmeden ödüyordu. Nihayet beş sene sonra banka hesabı suyunu çekince Wolfgang'ı arayan birisi çıktı.
Ev sahibi kirayı almak için gelmiş, ancak zile cevap veren olmamıştı. Kapıyı zorla açıp içeri girdiğinde, televizyon karşısında oturmuş Wolfgang'ın iskeletiyle karşılaştı. Televizyon seti çoktan iflâs etmişti. İskeletin kucağındaki televizyon dergisinin 5 Aralık 1993 tarihli sayfası açık duruyordu. Odada "canlı" olan tek şey Noel ağacıydı; onun rengârenk lâmbaları hâlâ yanıp sönmeye devam ediyordu. Wolfgang'ın komşuları da, Noel ağacı gibi, durumdan habersizdi. Aradan geçen beş yıl içinde ne kimse Wolfgang'ın kapısını çalmış, ne ondan bir haber soran çıkmıştı.

Bu taraftan bakıldığında ne kadar ayıplanmaya değer bulunursa bulunsun, Wolfgang'ın hikâyesi, AB standartları

Pazar, Ekim 30, 2005

ÇOCUKLUĞUMDAN...

bir roman konusu daha geldi aklıma.

özellikle ortaokul ve lise çağlarında yaşadıklarımızı niye yazmıyoruz ki? halbuki eğer yazmış olsak, bizler de amerikalılar veya avrupalılar gibi bu anılardan filmler çıkarırız, geleceğe ait eserler bırakırız. üşengeç davranmayalım lûtfen!

ortaokuldayken bir gün son iki ders boştu (öğlenciydik). ikindiye doğru sınıfın bütün erkekleri, merkez ortaokulunun arkasındaki arsa'ya (biz arsa derdik. aslında orada 2-3 tane değişik inşaat vardı ve temelleri atıldıktan sonra, sebebini bilmediğimiz ve de umurumuzda olmadığı biçimde yarım bırakılmıştı. bu yüzden maç yapmağa müsaitti) top oynamağa gittik.
erkek çocuklar olarak ikiye ayrıldık ve maça başladık.
bir de baktık ki, sınıfımızın kızları da gelmiş bizi seyretmeğe başlamışlar.
eh o kızların arasında da benim aşık olduğum müge var. (şimdi herhalde evlenmiş, 5 çocuk annesi filan olmuştur. gerçi o zengin bir ailenin kızıydı. 5 çocuk doğurmamıştır. en fazla iki tane. babası gaziantep çimento fabrikasının müdürüydü ve kendileri de adanalı idilerdi.)
müge beni seyrediyor ya, top benim ayağıma gelince, heyecandan ben mi topa vuruyordum, top mu bana vuruyordu, anlamıyordum. topu yuvarladığım zaman top nereye

Cuma, Ekim 28, 2005

HABER VE ROMAN KONUSU

27 ekim 2005 tarihli bir haber:

"Kanadalı iki ünlü bilimadamı astrofizikçi Hubert Reeves ve genetikçi David Suzuki, küresel ısınmaya dikkati çekerek, bunun insanların yeryüzünden yok olmasına dahi yol açabileceği uyarısında bulundu.
İki ünlü bilimadamı, Dünya'nın kaynaklarının aşırı israfının, insanların yok olmasına yol açabilecek bir ısınmaya neden olabileceğine işaret ettiler.
Aralarında dinozorların da bulunduğu çok sayıda türün geçmişte yok olduğunu hatırlatan Hubert Reeves, "Yeni bir türün yok olmasına neden olabiliriz" dedi.
Reeves, bu meseleyi çözecek olanın da insan olduğunu, çünkü küresel ısınmanın en az yüzde 90'ının nedeninin insan faaliyeti olduğunu ve bunu hesaba katmak gerektiğini söyledi.
David Suzuki de 1992'deki Rio ve 1997'deki Kyoto anlaşmalarını imzalamasına rağmen, Kanada hükûmetini sera etkisine yol açan gazların salımını azaltmakta üzerine düşeni yerine getirmemekle suçladı."

yukarıdaki bu haberin peşine aşağıdakini de okuyunca, insanın hemen bir roman yazası geliyor. :)))

28 ekim 2005
"Uluslararası bir araştırma, 21. Yüzyıl'da Avrupa kıtasında küresel ısınmadan en olumsuz etkilenecek bölgelerin Akdeniz havzası ve Alpler olduğunu belirledi.
Avrupa'daki 16 araştırma enstitüsünün çalışmasıyla hazırlanan ve Science dergisinde yayımlanan raporda,

Perşembe, Ekim 27, 2005

ABD'nin Irak'ta Ne İşi Var?

şu an için sadece not etmek istiyorum, unutmayayım diye. daha sonra bu konuda da yazacağım:

ABD, Irak'ta "büyük bir toplumsal laboratuar" kurdu ve burada sosyolojik deneyler yapıyor. oradaki toz-duman arasında gözden kaçan en önemli unsur bence bu.

petrol, demokrasi, özgürlük, saddam, bop (büyük ortadoğu projesi), kürtler, şiiler, iran filan hepsi detay.

ırak meselesine biraz makro açıdan yaklaşırsa, bunu herkes görebilir. tarih ve sosyoloji biliminin, diğer ilim dalları gibi bir laboratuar kurma şansı olmadığı için, olaylar ve olgular yaşanır, bilim insanları da verileri değerlendirerek bir neticeye ulaşırlar.

ama Amerika Birleşik Devletleri, tarihte bir ilki gerçekleştirerek, Irak'ı dev bir turnusol kâğıdı filan yapmak gibi basit bir işle uğraşmıyor; doğrudan laboratuar haline getirmiş, orada yaşayanlar da kobaylar... zaten Irak'dan gelen gazeteciler "ölen ABD askerlerinin sayısı tabii ki bu kadar az olur. çünkü Amerikan birlikleri,

GERÇEĞE DOĞRU!

batılıların caniliği ve insafsızlığı ile ilgili yazdığım yazı için ismail sefa da şu düzeltmeleri yapmış:

"Bütün kadınlara orospu denmemeli, çoğu ifadesi vebalden kurtaracaktır.
Ayrıca Colomb'un Amerika'yı keşfe giderken İspanya kralından aldığı ve diğer ülke krallarının da onayladığı "Colomb ve adamları suçları ne olursa olsun Avrupa'nın hiçbir ülkesinde yargılanmayacaklardır" garantisi de Amerika'nın ve Batı'nın gerçek yüzünü ortaya koyması bakımından önemlidir. Eline sağlık..."


evet, belki amerikalı ve avrupalı kadınların tamamına orospu demem hataydı. ama söylemek istediklerimi henüz bitirmedim. mesela, "kraliçe margot" filminde de açıkça anlatıldığı gibi, margot, henry ile evlendiği gece eski sevgilisinin koynuna girmek istiyor, kocasını da gerdek odasının kapısından kovuyor. sevgilisi olan kont, margot'yu yalnız başına bırakıp gidince de, bir kız arkadaşını yanına alarak sokaklarda "yok mu bu gece

ÇOK YARDIMSEVERİZ CANIM!



geçen hafta bir arkadaşımla telefonda konuşurken bana "eşim şimdi kuaförde. o geldikten sonra pakistan depreminde mağdur olanlara yardım için bankaya gidip 5 YTL yatıracağım" diyordu.

ben de "ya, ya... çok iyi edersin" demiştim.

bu konuşmayı yaptıktan sonraki gün de ben, çok sevdiğim kedim için (ismi aslan'dır ve dünyanın ennnn tatlı kedisidir) iki paket mama aldım ve tam 50 YTL verdim.

bazen insanın basireti bağlanıyor herhalde. hatırıma sonradan geldi: arkadaşımın eşi, kuaföre en az 20 YTL verecek. ne için? sadece saçlarının bakımı için.
pekâlâ ben 50 YTL'yi ne için verdim? kedimin karnı doysun diye.

pakistan'da deprem sebebiyle zor durumda olan yüzbinlerce insan için kaç kuruş yardım yaptım? 0 (yazıyla sıfır) lira.

kendi adıma üzüldüm.

dün bir arkadaşımın söylediği "ben yardım parasını bankaya yatıracağım. banka,

İKİ FİLM VE HATIRLATTIKLARI



Dün akşam Martin Scorsese'nin yönetmenliğini yaptığı ve başrollerinde Leonardo Di Caprio, Daniel Day Lewis, Cameron Diaz ve Liam Neeson'ın oynadığı "Gangs of New York" (New York Çeteleri) filmini (2002) seyrederken, yıllar önce başrolünde Isabelle Adjani'nin oynadığı bir Fransız filmi olan "La Reine Margot" (Kraliçe Margot) adlı sinema eserini hatırladım.

Hani zaman zaman bizi yani Türkleri "barbarlık ve katliam" yapmakla suçluyorlar ya... Aslında kendilerinin dönüp de tarihlerine bakmaları lazım. Batı tarihi (Avrupalılar ve onların soyundan gelenleri kastediyorum) yamyamlık, cinayetler, katliamlar, komplolar, soygunculuk, hırsızlığın her türü, pislik ve ahlaksızlıklarla dolu...

Özellikle katliamlarla ilgili olarak da Sefa Yürükel'in yazdığı "Batı Tarihinde İnsanlık Suçları" adlı kitaba bakmak gerekiyor.

Önce yönetmenliğini Patrice Chereau'nun üstlendiği ve bir Fransız, Alman, İtalyan yapımı (1994) olan "Kraliçe Margot" filminin konusuna göz atalım: 24 Ağustos 1572 gecesi yaşananlar, 'St. Bartholomew katliamı' olarak biliniyor. Bir gecede tam beş bin (rakamla 5000) kişinin (protestanın), katolik Fransızlar tarafından insafsızca öldürüldüğü bu katliamla birlikte, Fransa topraklarını kasıp kavuran mezhepler savaşı da

Steven Spielberg Sineması

Yeni bir belgesel film seyretmeye başladım: 2018 yılı yapımı, James Cameron's Story of Science Fiction (James Cameron'dan Bilim K...