Perşembe, Ekim 04, 2012

Gecenin Kemanı



Ilık bir ilkbahar gecesinde açık olan pencerenin önünde oturarak İstanbul’un ışıklarını seyretmek çok güzeldi.
Uzun zamandır ilk defa evde yalnız kalan genç kız, sessizliğin tadını çıkarıyordu. Ortaköy’ün üst tarafında kalan THY bloklarındaki evin penceresinden İstanbul Boğazı’nın manzarası doyulmaz güzellikte önüne seriliyordu. Baş ve kıç lambalarından dev gibi olduğunu tahmin ettiği bir gemi boğazın karanlık sularını yararak Karadeniz’den Marmara Denizi’ne geçiyordu.
“Şu şehir ışıkları olmasa, gökyüzündeki yıldızları daha rahat seyreder, hepsini görebilirdim” diye düşünürken, sokak lambalarının solgun ışıklarının kömür karası saçlarında dansettiğinden habersizdi.
Uzaklarda giden bir cankurtaranın siren sesini duydu, Boğaziçi köprüsünden geçen araçların uzaktan gelen uğultusu zaten hiç kesilmezdi. Bir an “acaba radyoyu açsam mı” diye düşündü, vazgeçti. Şu an hiç gürültü istemiyordu. Annesi sabahtan akşama kadar salondaki televizyonu açık tutar, yeteri kadar eziyet ederdi. Seyretse de seyretmese de televizyon illa ki açık olmalıydı, televizyonun sesi olmadan bu evde hiçbir şey yapılmaz gibi bir hava vardı. Televizyon kapalı olunca sanki annesinin bir yerlerinden bir şeyler eksiliyordu. Televizyonun olmadığı bir dünya olabilir miydi? Olursa, nasıl bir dünya olurdu acaba?
Yan bloklarda bulunan dairelerden birinden gelen müziği duydu. Ses uzaktan ve derinden geliyordu. Solo bir kemanın çaldığı, film müziğine benzeyen melodiyi sanki bir yerlerden hatırlıyordu. Loş biçimde aydınlatılmış odasında yalnız başına otururken işittiği müzik hoşuna gitmişti. Keman çaldıkça sanki zamanın akışı daha da yavaşlıyordu.

Gökyüzüne baktı, şehir ışıklarının güçlü aydınlığından kurtulmağı başaran birkaç yıldızın pırıltısını görebiliyordu şimdi. Keman çalmağa devam ediyordu.
Tekerlekli sandalyesini olduğu yerde geri çeviren genç kız, bilgisayarın önüne geldi, makineyi çalıştırdı, monitöre bakarak sistemin kurulmasını bekledi. P 3 bilgisayar biraz ağır açılıyordu. “Acaba babama söylesem de şunu Pentium 4 yapsak mı” diye düşündü. Monitörden yansıyan mavi ışığa hipnotize olmuş gibi bakarken, heyecanlıydı. “Acaba mesaj gelmiş midir ondan?” Saate baktı, 23.06. Gelmiştir, gelmiştir. Akşam olacak, gün geceye dönecek de mesaj atmayacak ha? Kesin gelmiştir.” Ya yazmadıysa? Hayır canım, niye yazmasın ki? Hotmail’e bağlandı, şifresini yazdı. Geçmek bilmeyen birkaç saniye, evet, tamam, inbox linkine tıkladı. İşte orada! 3 yeni mail’den biri “yalnizsuvari”den. Tamam, rahatlamıştı. Bakalım bugün yazacak ne bulmuştu sanal arkadaşı.
Mesajın açılması için tıkladı, yine geçmek bilmeyen birkaç saniye. İkisi de gerçek isimlerini hiç kullanmadıkları mail adreslerini vermişlerdi birbirlerine. Genç kızın takma adı “solguncicek”, son birkaç haftadır yazıştığı arkadaşı da “yalnizsuvari” idi. Sanal âlemde kullanılan her bir nick, kullanan kişinin karakteriyle ilgili küçük veya büyük bir ipucu veriyordu veya genç kız öyle olduğunu sanıyordu.
Mail açıldı:
“sevgili solgun çiçek,
artık sana yalnızca ‘çiçek’ desem daha iyi olmaz mı?hem neden kendine solgun çiçek diyorsun ki, hâlâ anlamış değilim inan…
sana ‘sevgili’ dediğim için de beni bağışla. artık aramızda bir samimiyet bağı kuruldu gibime geliyor. ne dersin? kızdıysan lütfen söyle, gelecek defa daha resmi olayım. J)))
dün gece yazdıklarını büyük bir sevinçle okudum. seninle bir iki haftadır yazışıyoruz, fakat nedense sanki seni çok eskiden beri tanıyormuşum gibi bir hisse kapılıyorum. yoksa biz daha önce tanıştık da, gerçek kimliklerimizi açıklamadığımız için mi ‘ha, o demek sensin’ diyemiyoruz. yanılıyor muyum? J))
ne zaman tanışacağız seninle? inan seni çok merak ediyorum.
görüşmek üzere.
selamlar
yalnız süvari”
Mesaj bu kadardı. Fakat yalnız süvarinin bu gecelik bu kadarla yetineceğini tahmin etmiyordu. Geceyarısını geçene kadar en az birkaç mail daha atacağından emindi. Genç kızın gözleri buğulandı. Nerede ve ne zaman tanışmış olabilirlerdi ki? Tabii erkeğin bunu bilmesi mümkün değildi. Evden o kadar nadir çıkıyordu ki. Çoğunlukla da ya hastaneye ya da bir değişiklik olsun diye yakındaki Ulus Parkı’na giderlerdi. Ailesi, üzüleceğini bildiklerinden dolayı, kızcağızı kalabalık yerlere pek götürmezdi.
Tekerlekli sandalyeyle insanların arasında, hele de daha önceden tanıdığı insanların yanında görünmek hiç istemezdi. Sanki hasta olmamak elindeymiş gibi, utanırdı, hayır, hayır utanmak da değil, bir tuhaf olurdu. Hani adını koyamadığı bir duyguyla kendini ezik, acınacak durumda hisseder, içinde bulunduğu halin başkaları tarafından görülmesinden hiç hoşlanmazdı. Dışarıdayken yanında annesi, babası veya ablası oluyordu. Daha iki yıl öncesine kadar kendisi de sokaklarda, üniversitede, alışveriş merkezlerinde tek başına dolaşır, sabah istediği vakit evden çıkar, akşam dilediği zaman eve dönerdi. Biraz vurdumduymazdı ama olsun, herkesin ufak tefek bazı kusurları vardı, değil mi?
Daha sonra şu kahrolası hastalık yüzünden koltuk değnekleri kullanmağa başladı, bunun bile üstünde fazla durmadı. Çünkü doktorlar çok umut verici konuşuyorlardı. Yapılan tedaviyle omuriliğine giren virüsten bir şekilde kurtulacaktı. Ama haftalar, ayları kovaladı, zaman su gibi akıp geçti. Bir gün koltuk değneklerinin de yetersiz kaldığı anlaşıldı ve “tahtım” dediği tekerlekli sandalyeye mahkum oldu. Diğer insanlar gibi yürümeği nasıl da özlemişti, ah, yeniden eskisi gibi bir yürüyebilse, yanında birileri olmadan tekrar kaldırım taşlarına basabilse…
Yine de haline şükrediyordu, ya yoksul bir ailenin çocuğu olsaydı? O zaman hali ne olurdu? Bu kadar masrafa nasıl katlanırlardı?
Cep telefonu çalmağa başladı, arayan babasıydı.
“Kızım, biz yarım saate kadar evde oluruz. İstediğin bir şey var mı? Gelirken getirelim.”
“Sağol baba. Siz gelin yeter.”
“Peki yavrum. Bizi merak etme, birazdan evdeyiz, hoşçakal.” Babasının sesi şefkatle doluydu. Telefon kapandı.
Delikanlının yolladığı mesajı bir kere daha okudu. Şu an canı bir şey yazmak istemiyordu, inbox’a geri döndü.
Bu sırada uykusundan uyanmış olan tekir kedisi Minnoş, kızın yanına gelerek sıçradı ve kucağına oturdu. Sahibinin yüzüne “beni okşa” der gibi bakan kedi, kızın elinin sırtında dolaştığını görünce, başını patilerinin üstüne koyarak sevme seansının sürmesini bekledi. Bir yandan kedisini okşayan genç kız, monitöre yeniden göz attı. Yeni bir mail daha gelmişti.
Heyecanla “bu defa ne yazmış?” diye düşünerek, yeni mesajı açtı:

“Geceyi öpen kuşların sesleri uyandırdı beni. Gökyüzünde alev mavisi yıldızlar var. Belki de hayal gücümden. Uzak olanların ne kadar uzak olduğunu algılamak çok zor düşününce.

Aslında sadece göreli kalıyor uzaklıklar. İnsan elini her uzattığında yıldızları tutabileceğini düşünüyor.

Anlatmak önemli olmaktan çıkıyor bazen, eğer anlatılmak istenen tek bir şeyse, çünkü anlaşılanlar bir değildir hiçbir zaman.



Zaman değiştikçe, her yeni anın doğuşuyla değişecektir insan. Bu nedenle önemli olan, başlangıcı beklemektir.

...

Geceyi öpen kuşların sesleri artık uykumu bölmektense beni uyutuyor belki ama ellerim hâlâ yıldızlara uzanamıyor...

yalnız süvari”

Tekrar tekrar okudu yazılı satırları. Bir hıçkırık düğümlendi boğazında. ‘Reply’ linkine bastı, yeni bir sayfa açıldı. Parmakları klavyenin üzerinde hızla dolaşmağa başladı genç kızın.
“Hazan mevsimindeyim sanki ömrümün bahârında. Gönül yaprağım tel tel sıyrılıyor dalından.
Bam telime dokunansa ne tek damla, ılıkça akan; ne de tek bülbül, huzur şakıyan… Trenler vuslata yaklaştıkça dumanlarını salar ya hani gerisin geriye; bense dumanımı değil, ömrümü tüketiyorum, en taze duygularımı bırakıyorum sanki peşime…
Ve sanki yaklaştığımı sandığım mutluluk çok uzaklarda… Attığım her adım, (bu kelimeleri yazarken, durdu bir an düşündü genç kız, ‘artık adım atamıyorum ki’ dedi kendine acıyarak) benden çaldıklarıyla yüreğimin dipsiz kuyularına sürüklüyor arşın arşın…
Önümde bir hayal…Hayal kadar güzel, hayal kadar taze…Ama hayalim, boğazımda düğümlenen hıçkırıklara bir kement daha atıyor, damla damla yaş katıyor…Yağmur, odamın puslu camını değil, benim yüreğimi dövüyor her yağışında. Her damla acı bir nağme gibi yankılanıyor ömür koridorumda…Damlalar vefadan uzak, ben takatten kesik…Ne z aman güneş, billur ışıklarını ilmiklerimden geçirecek… Ne zaman korkusuzca ışığa duracak, ne zaman mutluluk soluyacağım…Ne zaman bir ışık huzmesini, arkasında bir fırtına olma korkusuzluğu içerisinde kucaklayacağım… Ne zaman güneş ışığında sebâtkâr, yağmur damlasında vefâkâr olacak, merhamet soluyacak gönlüme…
Bin yıl da olsa beklerim ben…Acaba ey rüyâlarımdaki güzel peri; nur yüzünle ve billûr sesinle, ebediyyen mutlu eder misin beni?.. Bil ki; bin cefâ çeksem de, beklemekten asla usanmazam...”
Gözyaşları yanaklarından sicim gibi iniyordu. “Send” linkine bastı. Ömür gibi geçen bir iki saniye ve “mesajınız başarıyla gönderildi” yazısının İngilizcesi göründü bilgisayarın monitöründe.
Aceleyle gözyaşlarını sildi “bizimkiler neredeyse içeri girerler” diye düşünerek. Bilgisayarı kapatma komutunu verdi, monitördeki görüntüler değişirken, genç kız yorgun durumda geriye yaslandı.
Bu gece daha fazla bir şey okumak ve yazmak istemiyordu. Komşularından birinin dairesinden gelen keman sesi hâlâ devam ediyordu.

* * *

Aradan haftalar geçti. Yaz mevsimi önce sonbahara, sonra da kışa döndü.
İstanbul’un yağmurlu havası, çalışanlar açısından pek de hoş karşılanmaz. Trafik sıkışır, Boğaziçi’nden esen soğuk rüzgârlar, insanların yüzüne kırbaç gibi çarpar, toplu taşıma araçlarına inip binmek tam bir ıstırap halini alır, sokaklarda yürürken geçen arabalar yayaları bir güzel ıslatır. Buna rağmen, yatak ile tekerlekli sandalyesi arasında mekik dokuyan genç kız yürümenin özlemiyle, yağmurda ıslanmanın hasretiyle yanıp tutuşuyordu. Elinden gelse, bütün insanlara haykırırdı: Sahip olduklarınızın değerini bilin,
Genç adamın ısrarlı teklifleri, günler geceler boyu sürüp gitti: N’olur bir gün görüşelim!
Kız hep “daha sonra” diyerek konuyu geçiştirdi.
* * *
Bu yıl bahar gelmekte gecikmişti.
Gecenin karanlığında, dışarıda lapa lapa kar yağıyordu.
Ablası sabah erkenden çalıştığı şirkete gideceğinden uyumak üzere odasına çekilmiş, anne ve babası da salondaki televizyonda reytingi yüksek bir dizi filmi seyrediyorlardı.
Genç kızın odasını, sadece, açık olan bilgisayar monitöründen yansıyan ışık aydınlatıyordu.
Tekerlekli sandalyesini pencerenin önüne sürdü. Tül perdeyi kenara çekti. Sessiz sessiz düşen kar taneleri, beyaz kelebekler gibi süzülerek yere iniyorlardı. Kız alnını pencerenin camına dayamak istedi fakat bacaklarını kullanamadığından beceremedi.
Önce uzaklara, Boğaziçi köprüsünden geçen araçlara baktı, bir süre sonra bakışları yeniden kar tanelerine odaklandı. Eğer kar sabaha kadar bu şekilde yağarsa, yarın uyanacak olan İstanbullular, koca şehri bembeyaz bir örtünün kaplamış olduğunu göreceklerdi.
“solguncicek” hastalanmadan önceki günlerini düşündü, içinde hâlâ iyileşme umudu vardı. Eğer bu umudu da yitirirse, artık ona kim, nasıl yardım edebilirdi? Aylar önce okuduğu bir dergide rast geldiği sözü hatırladı: “Eğer sen kendine yardım etmezsen, başka hiç kimse sana yardımcı olamaz.” Doğruydu, öyleyse elinden geldiğince doğru olduğunu düşündüğü bu söze göre davranıp, kendisine kendisi yardım etmeliydi, moral motivasyonunu hep yüksek tutmalıydı.
Eski arkadaşlarının ziyaretleri seyrekleşmişti. Genç kız da bu sebeple internetten tanıştığı bir sürü insanla arkadaş olmuştu. Hiç biriyle karşılaşma mecburiyeti olmadığından, kimseye içinde bulunduğu durumu anlatmıyor; kimin, neyi, ne kadar öğrenmesi gerekiyorsa, o kadar bilgi veriyordu. Hatta bir çoğuna hangi şehirde yaşadığını bile söylememiş, ısrarlı gelen soruları ustaca manevralar ve sözcük oyunlarıyla geçiştirmişti. Yalan söylememişti, ama doğruyu da anlatmamıştı. Sadece bir istisna olmuştu: Yalnız Süvari nickiyle tanıştığı kişi. O, diğerlerinden farklı gibiydi. Yazışmaları sırasında hiçbir zaman efendiliğini bozmuyor, hep kibar davranıyordu. Onun da üstelemeleri oluyordu ama anlatmak istemeyince anlatmıyordu. Varsın, bilmesi gerektiği kadarını bilsindi. Bir keresinde kızın telefon numarasını istemiş, şöyle sağlam tarafından keskin bir “hayır” cevabıyla karşılaşınca geri adım atmıştı.
Ancak kız, her şeye rağmen Yalnız Süvari farklı sanki farklıymış gibi bir duyguya kapılıyordu. O yüzden, her gece Süvari’den gelecek mesajı dört gözle bekliyordu. Süvari, anlattığına göre üniversiteyi yeni bitirmiş, askere gidinceye kadar aile şirketinde çalışarak iş tecrübesi kazanmağa çaba sarf ediyordu. “Eğer hasta olmasaydım, ben de şimdi üniversite son sınıfta okuyor olacaktım” diye düşündü Solgun Çiçek. Bir gün şayet iyileşmek kısmet olursa, fakülteye yeniden devam edecek ve diplomasını alacaktı. Buna da kesinlikle inanıyordu, her ne kadar zaman zaman beyninde “acaba” bulutları dolaşsa da…
Pencerenin önünden ayrılarak bilgisayarın yanına geldi. İnternete bağlandı. Mesajlarını kontrol etmek için hızlıca aşamaları geçti. Evet, işte yeni bir mesaj daha: Messenger’a bağlansana.
Bugüne kadar yüzyüze tanışmadığı hiç kimseyle karşılıklı online konuşmamıştı. Nedense o gibi durumlarda kendini savunmasız hissediyordu. İlk defa bu oto-savunma sisteminin dışına çıkarak, Yalnız Süvari’nin mail adresini Messenger’ına ekledi ve cevap gelmesini beklemeğe başladı.
Otuz saniye kadar sonra ‘konuşma penceresi’ monitörde açıldı:
“merhaba çiçek”
Kızın parmakları klavyenin üzerinde hızla dolaştı.
“mrb süvari”
Sanal alemde herkes kısaltmaları kullanıyordu.
“nasılsın”
“ne olsun, iyi diyelim”
“hele şükür bu kadar zaman sonra nihayet”
Solgun Çiçek ne diyeceğini bilemedi, sadece gülümsedi:
“”
“bence de komik”
“sanki yüzyüze konuşuyormuşuz gibi bir hisse kapıldım”
“aynen”
“biliyor musun aylardır süren yazışmalarımızın hepsini saklıyorum”
Erkek şaşırdı:
“yaa, neden”
“bilmem, yazdıklarını çok farklı buldum herhalde”
“beğendiğine sevindim”
“halbuki ben hiç de…”
Kız cümleyi tamamlayamadı. Süvari hemen karşılık verdi.
“hyr hyr bence çok güzel şeyler yazmıştın ”
“sağol”
“sana bir şey diyecektim…”
“ne”
“o yüzden messenger’dan bağlanmanı istedim”
“nedir merak ettim”
Süvari içinden geçenleri söyleyip söylememekte kararsız kaldı:
“eğer bu şekilde biraz daha devam edersek…”
“eee”
Erkek “sana aşık olabilirim” diyemedi, biraz daha yumuşak bir ifade kullandı:
“e’si, seninle tanışmak istiyorum”
“olmaz”
“neden”
“olmaz dedim ”
“lütfen ama”
“hayır”
“tamam sinirlenme lütfen”
“bir daha üstüme gelme”
“anladım”
“biliyor musun”
“neyi”
“gözlerindeki ışıltıyı merak ediyorum”
“ne yapacaksın gözlerimdeki ışıltıyı”
“bilmem, merak işte”
“belki de hiç göremeyeceksin”
“neyi, gözlerini mi”
“olabilir”
“bir defa olsun görmek isterdim seni”
“fazla meraklı olma”
“neden”
“pek iyi olmayabilir”
“iyi olmayacak olan ne”
“bilmem… bu gecelik bu kadar yeter”
“neden? yoruldun mu”
“olabilir, sana iyi geceler”
“bu kadar çabuk mu ayrılıyorsun”
“yeter dedim”
“tamam kızma, kızma”
“iyi geceler”
“sana da”
Chat bittiğinde kız iyice yorulmuş olduğunu hissetti. Ama yine de kalbinin derinliklerinde, şöyle farklı bir şeyler mi oluyordu ne?
* * *
Günlerce süren ısrarın ardından havaların biraz ısınır gibi olduğu bir gece, Solgun Çiçek, Süvari’nin teklifini kabul etti.
Erkeğin sevinci yazdığı cümlelerden bile fazlasıyla anlaşılıyordu. Süvari “beni daha kolay tanıman için” diyerek kendi fotoğrafını yolladı, sanal arkadaşının da karşılık vermesini istedi.
“madem ki, sen fotoğrafını yolladın. öyleyse seni kolaylıkla tanıyabilirim. benimkini göndermeme gerek yok”
“adımı merak etmiyor musun”
“tabii ki”
“korhan”
“güzel”
“ismin güzel mi”
“ değil. karşılaştığımızda söylerim”
“şimdi söyle”
“görüştüğümüzde öğrenirsin”
“peki sen bilirsin”
“”
“nerede buluşalım”
“akmerkez’de havuzun yanında”
“anlaştık, yarın saat 11 nasıl”
“iyi”
“tamam”
“görüşmek üzere”
“bye”
“hoş-ça-kal”
“peki, hoşça kal”
Ertesi gün tekerlekli sandalyesini sürmesine yardımcı olan babasıyla birlikte alışveriş merkezindeydiler. Babasına “belki bir arkadaşının da gelebileceğini” söyleyerek, genç kız tedbirini de almıştı. Babası sevecen bir tavırla “ya? Güzel. Uzun zamandır hiçbir arkadaşınla görüşmüyordun. Buna sevindim” dedi. Kız sadece gülümsemekle yetindi.
Mağazaların vitrinlerine bakarken, kızın gözü bir yandan da kalabalığı tarıyordu.
Nihayet saat 11’e birkaç dakika kala Korhan, meraklı bakışlarla çevresine bakınarak havuzun yanına geldi.
Korhan’ı daha ilk gördüğü anda çok beğendi. Hani, her genç kızın rüyasını süsleyecek kadar yakışıklı bir gençti. Karizmatik bir duruşu vardı.
Korhan çevresine dikkatle bakmayı sürdürürken, kendisine doğru yürüyen her kızı “acaba bu mu?” dercesine süzüyor, kızlar yanına yaklaşmadan geçip gidince “ha, bu da değilmiş” diye düşünüyordu. Heyecanı her halinden belliydi.
Genç kız, Korhan’a gözucuyla bakarken babasına “şu vitrine bakabilir miyiz?” dedi, adam tekerlekli sandalyeyi mağazanın önüne sürdü. Korhan’ın vitrin camından yansıyan siluetini seyrederken yüreği bir kuş gibi çarpan Solgun Çiçek, genç adama baktı, baktı. Gözünün önüne Korhan ile birlikte yan yana yürüyen, bacakları sağlam Müge’nin hayali geldi. Korhan ona kırmızı bir gül uzatıyordu. Müge de gülü alıp sevinçle onun boynuna sarılıyordu. Başka bir resimde de Korhan, Müge’nin boynuna zarif bir altın kolye takıyordu. Müge de Korhan’ın yanağına dokunuyordu. Korhan kızın elini tutarak, işaret parmağının ucuna küçücük bir buse konduruyordu.
Müge gözlerini yumdu, açtı, hayal devam ediyordu. Beyaz bir gelinlik içindeki Müge ile Korhan kocaman yeşil ağaçların iki tarafında sıralandığı bir yolda yürüyorlardı
Gözleri buğulanan genç kız, babasına işaret etti. Babası, Müge’nin kendisine vitrindeki bir elbiseyi göstereceğini sandı, hafifçe eğildi.
Korhan hâlâ merakla ve heyecanla bekliyordu.
Müge “kendimi pek iyi hissetmiyorum. Artık eve gidebilir miyiz babacığım?” dedi.
“Hani bir arkadaşın…” Adam cümlesini tamamlayamadan Müge “sanırım gelmeyecek. Gelecek olsaydı cep telefonundan arardı” dedi.
Baba her zamanki şefkatli haliyle “sen bilirsin kızım. Haydi gidelim” diye karşılık verdi. Adam, kızının tekerlekli sandalyesini Akmerkez’in kapısına doğru çevirdi, yavaşça sürmeğe başladı.
Korhan’ın yakınından geçerken, Müge döndü, ona baktı, içinden “Allah’ım!” dedi.
Müge ile Korhan bir an gözgöze geldiler, kız hemen gözlerini kaçırdı. Baba kız kapıya doğru uzaklaştılar.
Korhan orada kâh dolaşarak, kâh dikilerek, sürekli olarak saatini kontrol ederek tam bir saat boyunca bekledi. “Demek ki gelmekten vazgeçti” diye homurdanarak, aldatılmışlığın verdiği öfkeyle dolu olarak oradan ayrıldı. Eğer bir daha buluşmak için randevulaşırlarsa ve karşılaşmak nasip olursa, bu şekilde boş yere bekletilmenin intikamını çok acı biçimde alacaktı.
Genç erkek yürüyüp, bir kafeteryaya oturdu, şekersiz bir neskafe içerek biraz daha eğleşti ve içeceğin parasını ödeyerek alışveriş merkezinden ayrıldı.
Aynı gün, geceyarısına doğru Müge “solguncicek” nick’ini yazarak internete bağlandığında, saatlerdir bilgisayarının karşısında kendisini bekleyen Korhan ile karşılaştı. Kaçmak mümkün olamazdı. Zaten Müge de kaçmak değil de…
“NERDEYDİN”
Sanal alemde büyük harfle yazmak bağırmak anlamına geliyordu.
“oradaydım”
“inanmıyorum, orada tam bir saat kazık gibi dikilerek seni BEKLEDİM. eğer gelseydin mutlaka beni GÖRÜRDÜN!”
“fazla üstüme gelme. oraya geldim ve seni gördüm”
“yalancı! madem geldin, niye karşılaşmadık öyleyse”
“karşılaştık da… ama sen, beni fark etmedin”
“nasıl olur, karşılaşsak, niye fark etmeyeyim ki”
“hatta bir ara göz göze bile geldik”
“yani birbirimizi gördük mü? peki ben neden hatırlamıyorum”
“benim nick’im ne”
“bu da ne demek şimdi”
“nick’im ne benim, lütfen söyle”
“solgun çiçek”
“sağol”
Birden Korhan’ın gözlerinin önüne kapıya doğru gitmekte olan yaşlıca bir adamın sürdüğü tekerlekli sandalyedeki yürüyemeyen genç bir kız geldi. Şaşkınlıktan parmakları klavyenin üzerinde basacağı tuşları şaşırıyordu.
“ykosa yoyksa o? keterlekli sandlayedeki kız SEN MİYDİN?”
Müge’nin gözlerinden birkaç damla yaş süzüldü, sağ eliyle Mouse’u kavradı, imleci hareket ettirerek Messenger’ın adres defterindeki “yalnizsuvari” nick’inin üzerine getirdi, Mouse’un sağ tuşuna tıkladı, seçeneklerden “gönderenden gelen bütün mesajları engelle” satırının üzerine geldi ve tıkladı. Yalnız Süvari bundan sonra hiçbir şekilde Solgun Çiçek’e ulaşamayacaktı.
Korhan bilgisayarının karşısında on-line arkadaşından cevap gelmesini beklerken, “solguncicek”in bağlantısının kesildiğini sandı. “Herhalde yeniden bağlanır” diye düşünerek beklemeğe başladı. Çünkü daha cevaplanması gereken bir sürü soru vardı.
Müge “yalnizsuvari”yi bloke ettikten sonra, Messenger’dan çıktı. Hotmail inbox’ına gitti, orada da Korhan’dan gelen bütün mesajları tek tek işaretleyerek “sil” linkine bastı.
Yalnız Süvari bilgisayarının önünde Solgun Çiçek’in yeniden bağlanmasını saatler boyunca bekledi, bekledi, bekledi.
Solgun Çiçek, oda penceresinin önüne gitti, pencerenin bir kanadını açtı, içeri gecenin serin İstanbul havası doldu. Soğuk havayla birlikte içeriye, aylar önce sıcak bir yaz gecesi duyduğu solo kemanın iç burkan hüzünlü melodisi de giriyordu.

İslâm Gemici

Hiç yorum yok:

Steven Spielberg Sineması

Yeni bir belgesel film seyretmeye başladım: 2018 yılı yapımı, James Cameron's Story of Science Fiction (James Cameron'dan Bilim K...