Perşembe, Ocak 12, 2012

Günah ve Rüşvetçi Polis

İslam Gemici 

Batı filmlerinde çokça rastlanan "kirli işlere bulaşmış polis" figürü, daha Türk sinemasının kapısından içeri girmemiştir. Bugüne kadar yapılmış bir Türk filminde ne polis, ne de asker karakteri suçlu veya suça bulaşmış olarak görülmedi. Belki bir – iki tane istisna varsa, onlar da zaten adı üstünde istisnadır. 

Halbuki, Batı Avrupa sineması ve özellikle de Hollywood filmlerinde genellikle günahkâr polis tiplerine sıkça rastlanır. Filmin başkahramanı olan iyi polis, bir yandan suçlularla savaşırken, diğer yandan da kendi meslekdaşı olan kötü polisleri sistemin içinden ayıklamak için gayret gösterir. Yabancı filmleri seyrederken hiç de tuhaf gelmeyen bu durum, Türk filmlerinde kabul edilemez bir durumdur. Çünkü bizim polisimiz "her zaman ve mutlaka iyi polis"tir.

Yönetmenliğini James Foley'in yaptığı 1999 yapımı Rüşvetçi (The Corruptor) filminde, iki polis başrolü paylaşır. Çinli aktör Yun-Fat Chow'un canlandırdığı Nick Chen, Çin'den gelen bir göçmen ailenin çocuğu ve New York'un savaşçı polislerinden birisidir. Filmin girişinde, başarılı bir operasyonu idare eden dedektif
Chen, bir de ödül alır. Daha başlangıçta seyirciye "bu adam iyi polistir" mesajı verildikten sonra, Chen'in nasıl bir ortamda polislik yaptığı sergilenir: Dedektif Chen'in görevi, New York'daki Çin Mahallesi'ni Triadlar ile acımasız Fukienese Ejderleri'nin aralarında yaptıkları çekişmeye karşı harabe olmaktan korumaktır. Ayrıca bu iki suç örgütünün uyuşturucu trafiklerine de bir nokta koyması gerekmektedir. 

Tam bu esnada sahneye yeni bir polis çıkar: Mark Wahlberg'in canlandırdığı dedektif Danny Wallace... Gizli bir vazifeyle Nick Chen'in ekibine katılan dedektif Wallace, bir yandan kişisel problemleriyle boğuşurken, öbür yandan da hem görevini yapmakta hem de "iyi polis" dedektif Chen hakkında bir soruşturma yürütmektedir. Böylece seyircinin karşısında bir "iyi polis" Chen, bir de "çok iyi polis" Wallace ile "kötü adamlar" bulunmaktadır. 

Filmin mekânı olarak New York'daki Çin Mahallesi bilinçli olarak seçilmiş. Normal sinema seyircisine göre fondaki New York huzuru temsil ederken, Çin Mahallesi egzotizmi ve yabancılığı çağrıştırmaktadır. Egzotik ile huzur dünyası birbirlerine tahammül edemediklerinden, bir çatışma olması da doğaldır. Biri ötekini dışlamak zorundadır. Batılı kapitalistler için Doğu tamamen egzotizmi temsil eder. Doğu, sırlar ve esrarengizliğin kol gezdiği, her köşe başında ölümün beklediği, sürekli olarak adrenalin pompalayan bir evrendir. Zaten bu sebeple Batı edebiyatında ve sinemasında kamalar, yılanlar, öldürücü zehirler, esrarengiz yazılar, define haritaları, çift tabanlı kutular vesaire gibi egzotik motifler fazlasıyla kullanılır.

Modern insan tipi ile Doğu insanı dış görünüş ve yaşama alanları olarak birbirlerinden ne kadar farklıysa, iç dünyalarında da o denli büyük farklılıklar vardır. Batı edebiyatı ve sinemasında Kapitalizmin temel değeri olarak sunulan "bireysel şiddet" ön plana çıkarken, günah kavramının da sorgulanmasını gündeme getirir. Hıristiyan Batı'da günah "işlenen ve sonra kolaylıkla kurtulunabilen" bir kavramken, diğer bütün dinlerde ve toplumlarda "karşılığında ceza uygulanılan" bir unsurdur. Bir hıristiyan fert için günah işlemek kadar kolay birşey yoktur. Çünkü ister cinayet, isterse hırsızlık olsun, günaha bulaşıldığında, kiliseye gidilir, kulübeye girilir, papaza herşey anlatılır ve Tanrı rolündeki papaz tarafından günah affedilir. Herhangi bir günahkâr hıristiyan kiliseden dışarı çıktığında kendisini "kuş gibi hafif" hisseder, çünkü bütün günahlarından arınmıştır ve gidip yeni bir günah işleyebilir. Halbuki diğer dinlerde günah işlemek kadar insanı dehşete sürükleyecek birşey yoktur. Müslümanı, Yahudisi, Budisti veya Hindusu ise; işlediği günahın hem bu dünyada hem de öldükten sonra cezasını göreceği endişesiyle Hıristiyan bireyler kadar kolaylıkla günah işleyemez. Bu sebepten dolayıdır ki, Batı sinemasında suç ve günah hep ön planda olagelmiştir. Suç, aksiyonu doğurunca; aksiyon da seyirciyi beyazperdeye bağlayan en mühim unsur haline geliyor. İçinde hareketin olmadığı film, seyirciyi sıkıyor. Hepsinin birbirine zincirleme bağlı olduğu bu çeşit film yapımı, yine Hıristiyan sinemacılar tarafından bilinçli olarak teorize edilerek uygulandı. 

Sinema sanatının doğuşundan sonra iki ekol oluşmuştu. Biri kurguya ağırlık veren Rus Sineması, diğeri de dramaya ağırlık veren Batı Sineması. Her konuda dünyayı yönlendirmek isteyen Batı, teknolojinin de yardımıyla Rus Sinemasını geri plana itti. Bunu da "Sesli Sinemanın Keşfi" ile sağladı. Eğer filmlerde ses kullanılması hususu, biraz daha gecikmiş olsaydı; belki de bugün Hollywood'un liderliğindeki Batı Sinemasından değil, Rus ve Doğu Sinemasından bahseder durumda olacaktık. Daha fazla bilgi için ünlü yönetmen Edward Dmytryk'in "Sinemada Kurgu" kitabının giriş yazısına bakabilirsiniz. 

Küçük veya fazla önemli değilmiş gibi görünen pek çok hadise, aslında insanlık tarihinde köşe başlarını oluşturur. Yukarıda kısaca değindiğim, sinemadaki yol ayrımı meselesi de bunlardan biridir. Çünkü sinemanın ve görselliğin nasıl müthiş bir güce sahip olduğunu keşfeden emperyalist Batılılar, dünyanın geleceğine görsel sanatlarla yön verdiler. En basit örnek, radyoda duyduğumuz habere mi daha çok inanırız, yoksa televizyonda gördüğümüz habere mi? 

Önce sinemayla daha sonra da televizyonla bütün dünyayı etkisi altına alan Batılılar, spordan edebiyata, ekonomiden kültüre kadar her şeyi denetimleri altında bulunduruyorlar. Çünkü sömürünün ilk şartlarından biri 'kontrol'dür. Kontrol edilemeyen bir nesnenin sahibi olmak mümkün değildir. Bu etkili fiili tam olarak uygulayabilmek, insanların beynini, düşüncelerini ve ceplerini denetim altına almak anlamına geliyor. 

Dünya kamuoyunu etkilediğiniz anda da, sizin işlediğiniz günahlar mübah; karşınızdakilerin işlediği günahlar suç mânâsına gelmektedir. Nitekim, bunun en bariz örneği Gürcistan ile Rusya arasındaki son savaşta yaşandı. Emperyalistlerin güdümündeki Batı Medyası, Rusya'nın Gürcistan'ı işgali meselesinde Putin'i topa tutarken, Irak'ı ve Afganistan'ı kan gölüne çevirmiş olan ABD'yi desteklemeye devam etti. Daha da komik olanı, ABD başkanı 2. Bush'un Rusya'ya tepki göstererek, "Bu eylemler 21. yüzyılda kabul edilemez" demesi oldu. Kendileri Irak'ı, Afganistan'ı ve başka ülkeleri işgal edebilir, İran'ı saldırmakla tehdit edebilirler fakat başkaları benzer bir eylemde bulununca "olmaz" olur. Çünkü Hıristiyan Batılıya göre günah, göreceli bir kavramdır. "Ben günah işleyebilirim, fakat başkası günah işlediğinde hemen cezalandırılmalıdır" zihniyetiyle hareket ettiklerinden, bu, emperyalist Batılıların hayat biçimi olmuştur. Bu çelişkiye kimse itiraz da etmiyor çünkü bilinçaltı, Batılılar tarafından o şekilde biçimlendirilmiş. 

Büyük günahların mahkeme salonlarında, halktan insanlardan oluşturulmuş jüriler önünde aşikâr edilmesi ve bunun da sinema sanatı kullanılarak kamuoyuna kanıksatılmış olması, Doğu insanına hâlâ tuhaf gelen bir durumdur. İnsanların en mahrem sırları, mahkeme adı altındaki sahnede ortaya dökülür. Adalet bahanesiyle yapılan eylem, kilisedeki "günah çıkarma" fiilinin başkalaşmış halidir. Protestan ahlakıyla birlikte var olan jüri önündeki günah çıkarma işi, Katolikliğe karşı bir duruş olmanın ötesinde, günahların alenileştirilerek, kanıksanmasını sağlamaktır. Büyük denilen günahlar çok fazla konuşula konuşula, artık normalleşmiştir. Müslümanlıkta yapılan bir günah, mümkün olduğunca söylenmez, dillendirilmez. İslamiyette günahı işleyen kişi, tövbe etmeye ve bir daha o çeşit eyleme yaklaşmamaya teşvik edilirken, Hıristiyanlıkta "günahını anlat, rahatla, temizlen ve git yeniden günah işle" bilinci özendirilir. 

Bu da doğal olarak, kapitalist toplumlardaki suç unsurunu artırırken, sanatın birçok dalını da etkiliyor. Halen Doğu'nun özelliklerini taşıyan bizim toplumumuzdaysa, günah nisbeten gizlenme yoluna gidiliyor. Ola ki, günahkâr kişi yaptığından pişman olur da, tövbe eder diye... Kendisine sanatçı sıfatını yakıştıran ve Batıya öykünen bazı kişilerse, günahı "sanat kılıfı" altında toplumumuza amiyane deyimle yedirmeye çalışmaktalar. Taklitçi mantıkla hareket eden ve içinden çıktığı toplumu hakir gören bu tip kişiler, işledikleri toplumsal günahın farkında mıdır bilinmez ama pimi çekilmiş el bombası gibi hareket ediyorlar. Protestan ahlakıyla ahlaklanmış sanatçı geçinen bazıları, televizyon denilen aptal kutusunu da kullanarak, günahı alenileştirmeye çalıştıkça, gençlere acımamak elde değil. Çünkü tertemiz beyinler, dejenere sanatçıların zehiriyle kirletiliyor. 

İslâm sanatının rafa kaldırıldığı ve emperyalistlerin sanatının ön plana çıkarıldığı bir dünyada, Müslüman sanatçı da kelimenin tam anlamıyla iki arada kalmış durumda... Sanatla uğraşan İslâmî kimlikli kişi, Batı'nın normlarına göre sanatını icra edebilir. Bunun dışında bir alternatif sözkonusu değil. Hal böyle olunca da görsel sanatlarla uğraşan Müslüman sanatçı bir yandan inancıyla ters düşmemek, diğer yandan da Batılı normlara göre şekillenmiş olan sanatıyla eser üretmek mecburiyetinde kalıyor. Üretmek zorunda, çünkü seküler sanat yeryüzünde büyük bir hâkimiyet kurmuş olduğundan dolayı, herşeyin maddi olmadığını bir şekilde ifade etmek istiyor, düşüncesini ve inancını eserine yansıtmağı arzu ediyor. Ama önünde de dev duvarlar var. Üretmese, hem sanatını icra edemeyecek hem de dünyevîleşme zindanının karanlıklarında kalacak. 

Bir ümit ışığına ihtiyacı olan insanlara mesaj ulaştırmanın tek yolunun sanat olduğunu düşünen Müslüman sanatçılara yol gösterecek rehber de yok. Günah ile çepeçevre kuşatılmış bir dünyada, karanlığı aydınlatmak isteyen kişilerin tek alternatifi egemen güçlere boyun eğmek olmamalı... Müslüman kimlikli sanatçı da kendi geleneğine uygun eserler verebilmeli...

Hiç yorum yok:

Steven Spielberg Sineması

Yeni bir belgesel film seyretmeye başladım: 2018 yılı yapımı, James Cameron's Story of Science Fiction (James Cameron'dan Bilim K...