Yıllar boyunca söylediklerimin meslekdaşlarım
tarafından kulak arkası edildiğini görünce, sonunda kararımı verdim ve gidip
küçük bir kamera satın aldım. Bu makine hem video görüntüsü hem de fotoğraf
çekiyordu. Daha sonra bu kameranın yapmak istediğimi tam olarak
karşılayamayacağını anlayarak, kısa süre sonra yenisini aldım. (Panasonic
Lumix) Fakat ilk günlerde bu durumun farkına varmamıştım. Yani elimdeki
kamerayla neler yapabilip, neler yapamayacağımın farkında değildim. Çünkü televizyonculuk
hayatım boyunca, çekime çıkarken yanımızda hep profesyonel bir kameraman
arkadaş bulunurdu ve gittiğimiz yerlerde, ne çekilmesi gerekiyorsa ona
söylerdim. Şimdilerde gelişmiş teknolojiye sahip kameralar çıktı, mertlik
bozuldu.
İlk kameramı aldıktan (Olympus) birkaç gün sonra
Mardin’e gitmem icap etti. Elime güzel bir fırsat geçmişti. İstanbul’da
yaptığım birkaç deneme çekiminin ardından epeyce ümitlenmiştim. İşte, belgesel
maceram bu seyahatle başladı.
Yirmi seneden fazladır basın-yayın-televizyon
sektöründe edindiğim tecrübeyi nihayet arzu ettiğim şekilde kullanabilecektim. Yazılı
ve görüntülü hazırladığım (radyoculuğu da unutmayayım) hazırladığım
programların sayısını bile hatırlamıyorum. Yüzlerce saatlik görüntü çekmiş, binlerce
saatimi montaj-dublaj stüdyolarında geçirmiş bir yönetmen-metin yazarı olarak,
bu birikimimi istediğim biçimde kullanabilme fırsatını bugüne kadar kimse bana
vermemişti. Öyle mi? Pekâlâ, ben de kendi belgesellerimi kendim yapacaktım.
Geriye bakmağa devam edecek olursam, çok şey kaybedecektim. Andre Gide’in söylediği gibi yapacaktım: “Kıyıdan ayrılmağa cesaret edemeyenler, yeni denizler keşfedemezler.” Cesaretim var mıydı? Vardı. “Yürü” dedim kendime ve Mardin’e gittik:
Kaç tane yapımcıya, kaç tane meslekdaşıma fikrimi
söylediysem, istihza dolu tebessümlerle reddedilmiştim. Herkesin bahanesi
aynıydı: “Belgeselden para kazanılmaz!”
Halbuki hayatta herşey
para değildi. Unuttukları en önemli nokta buydu. Sahip olduğu mesleği sadece
para kazanma vasıtası olarak görünce, farklı düşünme yetisini kaybetmiş insanlardan,
başka türlü bir cevap beklemek en büyük hatamdı ve ben de bu hatayı ısrarla
tekrarlamıştım.Geriye bakmağa devam edecek olursam, çok şey kaybedecektim. Andre Gide’in söylediği gibi yapacaktım: “Kıyıdan ayrılmağa cesaret edemeyenler, yeni denizler keşfedemezler.” Cesaretim var mıydı? Vardı. “Yürü” dedim kendime ve Mardin’e gittik:
Yolculuk
Başlıyor
2010 senesinin Nisan ayı... Mardin’e giden uçaklarda yer bulamadığımız için
Diyarbakır’a gidiyoruz. Diyarbakır havaalanından kiralayacağımız bir arabayla
Mardin’e geçeceğiz. Sabah 07.15 THY uçağı, İstanbul Yeşilköy havalimanındaki
trafik yoğunluğundan dolayı 25 dakika gecikmeli olarak havalandı.
Daha bir hafta öncesine kadar seyahat güzergâhıma
hiçbir şekilde dâhil olmayan Mardin, benim için bir anda önemli hale geldi. 7-8
gündür Mardin’i okuyorum, yazıyorum, hayal ediyorum. Çünkü bir yapım ajansından
Mardin ile ilgili tanıtım filmi metni yazılması konusunda teklif aldım ve
ânında kabul ettim. Daha önce de benzer işler yapmıştım ama bir tane yapımcı
bile bana tanıtımının yapılacağı şehre gitmeği teklif etmemişti. Fakat filmin
yapımcısı Mustafa bey “Mardin’in havasını teneffüs etmeden güzel bir metin
çıkaramazsın, birlikte gidelim” deyince, “uçak biletini hemen ayarla” diye
cevap verdim. Bu konuşmanın üzerinden tam bir hafta geçti ve şimdi uçaktayız.
Mardin deyince herkesten duyulan ilk söz
Deyrüzzaferan Manastırı oluyordu ve doğrusunu söylemek gerekirse, bu da beni
biraz rahatsız ediyordu. Çünkü Mardin (bildiğim kadarıyla) binlerce yıllık bir
geçmişe sahipti ve orası imparatorluk mozaiğinin küçültülmüş bir versiyonuydu.
Bu kadar önemli bir yerleşim merkezinin sadece bir manastır ismiyle
hatırlanması ve zikredilmesi kanıma dokunuyordu. Mardin’den gelip geçen
yüzlerce idareci, sultan, kral, din adamı, sanat adamı ve bilim adamına hakaret
ediliyormuş gibi bir hisse kapılıyordum. Şimdi gidip durumu yerinde tespit
edecektim. Bakalım, Mardin’de Deyrüzzaferan Manastırı’ndan başka bir şey var
mıymış?
Arkeolojik kazı ve araştırmalar sonucunda, Mardin’in
Milattan Önce 4500 – 3500 yılları arasında Mezopotamya’da yaşayan Subariler
zamanında kurulduğu anlaşılmış. Subariler’den sonrakileri de sırasıyla
yazıyorum: Hurri ve Mitanniler, Sümerler, Akad-Sümer Devleti, Babilliler,
Midiller, Asurlar, Aramiler, Urartular, Farslar, Büyük İskender Devleti,
Romalılar, Araplar, Selçuklular, Artuklular, Akkoyunlular, Safeviler ve
nihayetinde Osmanlılar… Şimdi, bu kadar çok devletin ve medeniyetin kurulduğu
ve birçok tarihî eserin bulunduğu Mardin’in yalnızca bir manastır ile
özdeşleştirilmesi haksızlık değil mi? Bence haksızlık… Mardin ile alakalı metin
araştırmaları yaparken, Artuklular bahsinin çok az olmasının da bir başka
tuhaflık olduğunu, şehre vardıktan sonra daha iyi anladım. Meğer sağına
bakıyorsun Artuklu eseri, soluna bakıyorsun Artuklu eseri. Tabii, neye nasıl
baktığınız da çok önemli.
Seyahat öncesi yaptığım okumalar sırasında dikkatimi
en çok çeken yapı, Artuklular’dan kalma Ulu Cami oldu. Nedense, “Mardin’e
ulaşınca Ulu Cami’yi görmeden gelmeyeceğim” diye kendime söz verdim ve
hayatımda yeni bir dönem daha bu seyahat ile başladı. Yıllardır kamera
arkasında çalışan bir insan olarak, binlerce saatlik çekimler yapmış olan ben,
uzun zamandır hayalini kurduğum “kendime ait belgesel çekme” işini artık
uygulamaya dökecektim. Bunun için Tahtakale’ye gidip hem fotoğraf makinesi hem
de video çekimi yapan minik bir kamera satın aldım. Uçağın hareket saati gelinceye
kadar çeşitli görüntüler çekerek, acemiliğimi atmağa çalıştım ama nafile.
Kameramanlık zor işmiş… Buna rağmen moralimi bozmayarak, çekim yapmağa
kararlıyım.
Yolculuk yapmak iyidir, hoştur, güzeldir ve
insanları tanımak için seyahat biçilmiş kaftandır. Bir atasözümüzde “bir insanı
tanımak için ya birlikte seyahat edeceksiniz ya da yemek yiyeceksiniz” diye
ifade edildiği için, yolculuklarım sırasında (biraz da meslekî meraktan dolayı)
etrafımdaki insanları gözlemlerim. Çözemediğim şey; insanlar yola çıktıklarında
kişiliklerini evde mi bırakırlar? Uçak yolcuları arasında bazılarının
hosteslerden saçma sapan istekleri, çocuksu hareketleri filan beni çileden
çıkardı. Yine (daha önce de başıma geldiği gibi) bazı yolcularla kavga etmeme
ramak kaldı. Ha patladım, ha patlayacağım… Seyahat arkadaşım Mustafa’ya
düşüncelerimi söylüyorum. “Aman sakin ol” diyerek beni teskin ediyor. Kısmetse,
saat 09.15 civarında Diyarbakır Havaalanı’na inmiş olacağız. Mardin’e gidiyor
olmak beni heyecanlandırıyor. “Biraz uyuyayım” diye gözlerimi yumuyorum ama
uyumak ne mümkün?
Diyarbakır’dan
Mardin’e Gidiş
Uçak Diyarbakır’a inince bir araba kiralayıp
Mardin’e doğru yola koyulduk. Mustafa dün gece uzun bir çekim maratonundan
döndüğü için arabanın arka koltuğunda uyukluyor. Ben de şoförle konuşuyorum.
Bir saatlik yolumuz varmış. İyi bakalım, yolumuz açık olsun öyleyse…
Laf siyasetten açıldı, bölge insanının genel olarak
nasıl düşündüğünü anlattı ve “bu sene kimin şampiyon olacağına” geldi. Şoför
“Bursaspor şampiyon olsun” deyince, “hani Diyarbakır ile Bursa arasında olaylı
bir maç olmuştu. Buna rağmen mi Bursa diyorsun?” diye sordum. “Anadolu’dan bir
takım şampiyon olsun da, hangisi olursa olsun” dedi. Güldüm, “Fenerbahçe de
İstanbul’un Anadolu yakasının takımı. Fener niye olmasın” diye sorunca, şoför
ilk defa tebessüm etti “ben Galatasaraylıyım, o yüzden Fenerbahçe’yi istemem”
dedi. Sağdan soldan konuşuyoruz, Diyarbakırlı şoförümüz “Demokratik Açılıma
karşı çıkan siyasi partilere öfkeleniyor. Son yıllarda bölücü terörün çok
azaldığını söylüyor. Tepelik bir bölgeden geçerken “daha birkaç yıl öncesine
kadar bu yoldan gitmeğe korkardık. Terör bu havalide çok fenaydı. Kaç kişi
buralarda kayboldu” diyor. Şimdiyse rahatça gidilip gelindiğini söylüyor.
Terörün bitmesini kimlerin istemediğini ve rant sağladığını birkaç cümleyle
ifade edince “haklısın” dedim.
Sultan
Şeyhmus Türbesi
Mardin’e az bir yolumuz kalmıştı ki, şoför “şurada
Sultan Şeyhmus türbesi var, uğramak ister misiniz?” diye sordu. Arka tarafa
baktım, Mustafa uyuklamağa devam ediyor, “tamam uğrayalım” dedim. Toprak yolun
sarsıntısından Mustafa uyandı, nereye gittiğimizi sordu, cevap verdim. Türbeye
varınca şoför “biliyor musunuz, benim adım da Şeyhmus” dedi. “Demek adaşını
ziyarete geldik ha?” deyince mahcup mahcup gülümsedi. Türbeye girdik, Fatiha
okuyup çıktık. Şoförümüz “hafta sonları burada iğne atsan yere düşmez, o kadar
kalabalık olur” diye bilgi verdi. Şeyh Musa Ezzuli el-Mardinî, halk arasında
Sultan Şeyhmus adıyla meşhur…
Mardin’e girişin çok şaşaalı olacağını zannediyordum,
yanılmışım. Bir de baktım ki, Mardin’e gelmişiz. “Hani şöyle uzaktan Mardin’e
bir baksaydım da sonra şehre girseydik” dedim. Şoför boynunu büktü “ama yol
böyle geliyor” dedi. Sanki yolun o güzergâhı izlemesinden dolayı kendini suçlar
gibi masum bir edâsı vardı. “Neyse haydi devam et” diye ileriyi işaret ettim.
Eski Mardin evlerinin bulunduğu muhitte Osmanlı
Konağı diye bilinen bir otele geldik. Mustafa daha önce defalarca geldiği için
nerede kalınacağını iyi biliyor. Otantik havası olan butik tarzı oteller
şimdilerde moda ya, burası da işte öyle.
Taş duvarlı odama girdim, yerden 2 metre kadar
yüksekte bir pencere ve eskiden kalma ocak var. Duvarların kalınlığı müthiş,
neredeyse 1 metre…
Biraz dinlenip, sonra hemen dışarı çıkıp, eski
Mardin’i dolaşmağa başlayacağım. Buraya gelmeden önce bir sürü gezi planı
yaptım, bakalım planımı tam olarak tatbik edebilecek miyim?
Osmanlı döneminde Diyar-ı Bekr eyaletine bağlı bir
sancak merkezi olan Mardin’in bilinen ilk ismi, söylenenlere göre, “Marida”
imiş. Süryani dilinde “Marde” iken, Arap ve Türkler “Mardin” demişler ve öyle
kalmış.
Şehidiye
Camisi
Kalenin bir kartal edâsıyla taçlandırdığı dağın
eteklerine kurulan eski Mardin, Mezopotamya Ovası’na sanki bekçilik ediyor.
Bölgedeki ocaklardan çıkarılan kalker taşından yapılan evler, uzaktan
bakıldığında, insanda dantel gibi işlenmiş muhteşem bir tablo hissi bırakıyor.
Bizim kaldığımız otel de bu tablonun tam orta yerine denk gelen bir noktada…
Biraz dinlendikten sonra vakit kaybetmeden mini
kameramı da alarak dışarı çıktım. Sağa mı gitsem, yoksa sola mı? Cumhuriyet
caddesindeki tek yönlü trafik akışı sağa doğru, ben de o istikamete yürümeğe
başladım. Hemen 50 metre kadar ileride çay bahçelerini ve arkasında yükselen
minareyi gördüm. Sol yanımda da PTT binası olarak kullanılan ve Mimar Lole
tarafından inşaa edilmiş olan Şahtana Ailesi konağı var. Buraya daha sonra
gelmeği düşünerek, sağımdaki ilk köşeyi döndüm ve birkaç basamak merdiven
inince, sade fakat güzel bir kapıdan caminin bahçesine girdim. Karşımda Artuklu
mimarîsi örneklerinden Şehidiye Camisi. Hava güneşli. Kameramı çalıştırdım. O
da ne? Işık gelen her yeri kameram bembeyaz çekiyor. Makine beni, ben de
makineyi fazla tanımıyoruz. Ayarlarıyla oynayarak güzel görüntü çekmeğe gayret
ettim. Nafile! Deli olacağım. Neyse deyip, etrafa göz atıyorum. Sadelikteki
güzelliğin her çeşidi Artuklu mimarisinde var. Nasreddin Artuk Arslan bey
tarafından inşaa ettirilen camiye “Şehidiye” adı verilmesinin sebebi, ilk temel
atıldığında ortaya çıkan birkaç şehid mezarından dolayı imiş. Camide bulunan
türbedeki sandukalar Cumhuriyetin ilk valilerinden Tevfik Hadi Baysal
tarafından 1925 senesinde yıktırılmış. Yani Osmanlı’nın yerine kurulan yeni
devlet, varlığını hemen belli edecek ilk icraatını böylece yapmış… Sandukalar
kaldırılsa da, Şehidiye Camisi, şehidlerin camisi olarak ayakta durmağa devam
etmekte…
İnsana huzur veren, pencerelerinden Yukarı
Mezopotamya ovasının seyredildiği caminin içine girdim. Bildiğimiz Osmanlı
mimarisinden farklı ve dediğim gibi sadelikteki güzelliğin en şahane biçimde
yansıtıldığı camide çekim yapıyorum. Fotoğraf çekerken problem yok fakat video
çekmeğe başlayınca, kameram su koyuveriyor. İstediğim gibi çekim yapamıyorum.
Pencerelerden giren ışıklar kameranın LCD ekranında patlıyor. Çektiğim
görüntüleri seyrediyorum, kötü. Kahrımdan öleceğim.
Camiden çıkıp, cadde kenarındaki çay bahçesine
oturdum. İnsanların tamamı sırtını ovaya, yüzünü ise Kale’ye dönmüş
vaziyetteler… Hâlbuki Mezopotamya Ovası’nın görünüşü, insana denizi
hatırlatıyor. Bunu akşam olunca daha iyi anladım. Karanlık çökünce uzaklardaki
köylerin, kasabaların yanan ışıkları sanki denizde giden gemiler varmış gibi
hissettiriyor. Hafif bir rüzgâr saçlarımı dalgalandırıyor. Çay geldi, tadına
baktım, güzel, tam istediğim gibi… Bahçedeki Mardinliler gibi ben de eski
şehrin taş evlerini seyre daldım. Caddeden yerli ve yabancı bir sürü turist
geçiyor. Hepsinin ellerinde fotoğraf makineleri, kameralar var. Bende de var
ama pek işime yaramıyor. Çay bitti, ikincisi için işaret ettim, yenisi geldi.
Mardinliler güzel çay yapıyorlar. İsmini vermeyeyim, gittiğim bazı şehirlerde
ise getirilen çay mı yoksa abdest suyu mu, anlayamazsınız. Bu nedenle
Mardinlileri bir kere daha tebrik ediyorum.
Melik
Mahmud Camisi
İnsanlar kendi aralarında Arapça konuşuyorlar.
Rüzgârın hızı biraz fazlalaşınca yerimden kalkıp, caddeyi takiben yürüyorum.
Yerli ahali işinde gücünde. Saf bir edâyla aralarından geçip etrafa bakarak
gidiyorum. Cumhuriyet İlköğretim Okulu’nun önünden geçerken, bahçede teneffüs
yapan çocuklar “hello” diye bana sesleniyorlar, gülüyorum. Tipim, kıyafetim
Türk’e benzemiyor mu? Turist olduğum aşikâr da beni Avrupalılara benzeterek
İngilizce seslenmeleri garibime gitti. Bu konuda kendimi ve kılığımı
sorgulamalıyım. Okulu biraz geçince Melik Mahmud Camisi’ni görüp, ona
yöneliyorum.
Bu cami de tıpkı Şehidiye Camisi gibi Artuklular’dan
kalma. Yarım gün içerisinde karşılaştığım bütün eserler Artuklu döneminden
kalma. Demek ki, üniversiteye “Artuklu” isminin verilmesi tesadüf değil. Ahali
Arapça, Türkçe, Kürtçe, Süryanice konuşuyor ama mimarî yapılar bir Oğuz Türkmen
beyliği olan Artuklular’dan miras. Osmanlı İmparatorluğu’nun mirası işte böyle
bir şey. Dinler, lisanlar, kültürler, medeniyetler öyle harmanlanmış ki, tuhaf
olması gereken hiçbir şeyi garipsemiyorum.
İşin tuhafı, bugünlerde Türkiye’de bir ilk daha
yaşandı ve devlet televizyonu TRT’nin Arapça kanalı yayına başladı. Mardin’de
her binanın üstünde uydu antenleri var ancak TRT’nin Arapça kanalının
seyredildiğine şahit olamadım. Ben Mardinlilerin yerinde olsam, heyecanla bu
yeni kanalı açardım. Açmamışlar. Herkes Türkçe yayın yapan televizyon
kanallarını seyrediyor.
Bakalım, daha nelerle karşılaşacağım? İşte burası
Türkiye.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder