Cuma, Ocak 06, 2012

Belgesel Peşinde

İslâm Gemici

Yıllar boyunca söylediklerimin meslekdaşlarım tarafından kulak arkası edildiğini görünce, sonunda kararımı verdim ve gidip küçük bir kamera satın aldım. Bu makine hem video görüntüsü hem de fotoğraf çekiyordu. Daha sonra bu kameranın yapmak istediğimi tam olarak karşılayamayacağını anlayarak, kısa süre sonra yenisini aldım. (Panasonic Lumix) Fakat ilk günlerde bu durumun farkına varmamıştım. Yani elimdeki kamerayla neler yapabilip, neler yapamayacağımın farkında değildim. Çünkü televizyonculuk hayatım boyunca, çekime çıkarken yanımızda hep profesyonel bir kameraman arkadaş bulunurdu ve gittiğimiz yerlerde, ne çekilmesi gerekiyorsa ona söylerdim. Şimdilerde gelişmiş teknolojiye sahip kameralar çıktı, mertlik bozuldu.

İlk kameramı aldıktan (Olympus) birkaç gün sonra Mardin’e gitmem icap etti. Elime güzel bir fırsat geçmişti. İstanbul’da yaptığım birkaç deneme çekiminin ardından epeyce ümitlenmiştim. İşte, belgesel maceram bu seyahatle başladı.

Yirmi seneden fazladır basın-yayın-televizyon sektöründe edindiğim tecrübeyi nihayet arzu ettiğim şekilde kullanabilecektim. Yazılı ve görüntülü hazırladığım (radyoculuğu da unutmayayım) hazırladığım programların sayısını bile hatırlamıyorum. Yüzlerce saatlik görüntü çekmiş, binlerce saatimi montaj-dublaj stüdyolarında geçirmiş bir yönetmen-metin yazarı olarak, bu birikimimi istediğim biçimde kullanabilme fırsatını bugüne kadar kimse bana vermemişti. Öyle mi? Pekâlâ, ben de kendi belgesellerimi kendim yapacaktım.

Kaç tane yapımcıya, kaç tane meslekdaşıma fikrimi söylediysem, istihza dolu tebessümlerle reddedilmiştim. Herkesin bahanesi aynıydı: “Belgeselden para kazanılmaz!”

Halbuki hayatta herşey para değildi. Unuttukları en önemli nokta buydu. Sahip olduğu mesleği sadece para kazanma vasıtası olarak görünce, farklı düşünme yetisini kaybetmiş insanlardan, başka türlü bir cevap beklemek en büyük hatamdı ve ben de bu hatayı ısrarla tekrarlamıştım.

Geriye bakmağa devam edecek olursam, çok şey kaybedecektim. Andre Gide’in söylediği gibi yapacaktım: “Kıyıdan ayrılmağa cesaret edemeyenler, yeni denizler keşfedemezler.” Cesaretim var mıydı? Vardı. “Yürü” dedim kendime ve Mardin’e gittik:

Yolculuk Başlıyor

2010 senesinin Nisan ayı... Mardin’e giden uçaklarda yer bulamadığımız için Diyarbakır’a gidiyoruz. Diyarbakır havaalanından kiralayacağımız bir arabayla Mardin’e geçeceğiz. Sabah 07.15 THY uçağı, İstanbul Yeşilköy havalimanındaki trafik yoğunluğundan dolayı 25 dakika gecikmeli olarak havalandı.

Daha bir hafta öncesine kadar seyahat güzergâhıma hiçbir şekilde dâhil olmayan Mardin, benim için bir anda önemli hale geldi. 7-8 gündür Mardin’i okuyorum, yazıyorum, hayal ediyorum. Çünkü bir yapım ajansından Mardin ile ilgili tanıtım filmi metni yazılması konusunda teklif aldım ve ânında kabul ettim. Daha önce de benzer işler yapmıştım ama bir tane yapımcı bile bana tanıtımının yapılacağı şehre gitmeği teklif etmemişti. Fakat filmin yapımcısı Mustafa bey “Mardin’in havasını teneffüs etmeden güzel bir metin çıkaramazsın, birlikte gidelim” deyince, “uçak biletini hemen ayarla” diye cevap verdim. Bu konuşmanın üzerinden tam bir hafta geçti ve şimdi uçaktayız.

Mardin deyince herkesten duyulan ilk söz Deyrüzzaferan Manastırı oluyordu ve doğrusunu söylemek gerekirse, bu da beni biraz rahatsız ediyordu. Çünkü Mardin (bildiğim kadarıyla) binlerce yıllık bir geçmişe sahipti ve orası imparatorluk mozaiğinin küçültülmüş bir versiyonuydu. Bu kadar önemli bir yerleşim merkezinin sadece bir manastır ismiyle hatırlanması ve zikredilmesi kanıma dokunuyordu. Mardin’den gelip geçen yüzlerce idareci, sultan, kral, din adamı, sanat adamı ve bilim adamına hakaret ediliyormuş gibi bir hisse kapılıyordum. Şimdi gidip durumu yerinde tespit edecektim. Bakalım, Mardin’de Deyrüzzaferan Manastırı’ndan başka bir şey var mıymış?
Arkeolojik kazı ve araştırmalar sonucunda, Mardin’in Milattan Önce 4500 – 3500 yılları arasında Mezopotamya’da yaşayan Subariler zamanında kurulduğu anlaşılmış. Subariler’den sonrakileri de sırasıyla yazıyorum: Hurri ve Mitanniler, Sümerler, Akad-Sümer Devleti, Babilliler, Midiller, Asurlar, Aramiler, Urartular, Farslar, Büyük İskender Devleti, Romalılar, Araplar, Selçuklular, Artuklular, Akkoyunlular, Safeviler ve nihayetinde Osmanlılar… Şimdi, bu kadar çok devletin ve medeniyetin kurulduğu ve birçok tarihî eserin bulunduğu Mardin’in yalnızca bir manastır ile özdeşleştirilmesi haksızlık değil mi? Bence haksızlık… Mardin ile alakalı metin araştırmaları yaparken, Artuklular bahsinin çok az olmasının da bir başka tuhaflık olduğunu, şehre vardıktan sonra daha iyi anladım. Meğer sağına bakıyorsun Artuklu eseri, soluna bakıyorsun Artuklu eseri. Tabii, neye nasıl baktığınız da çok önemli.

Seyahat öncesi yaptığım okumalar sırasında dikkatimi en çok çeken yapı, Artuklular’dan kalma Ulu Cami oldu. Nedense, “Mardin’e ulaşınca Ulu Cami’yi görmeden gelmeyeceğim” diye kendime söz verdim ve hayatımda yeni bir dönem daha bu seyahat ile başladı. Yıllardır kamera arkasında çalışan bir insan olarak, binlerce saatlik çekimler yapmış olan ben, uzun zamandır hayalini kurduğum “kendime ait belgesel çekme” işini artık uygulamaya dökecektim. Bunun için Tahtakale’ye gidip hem fotoğraf makinesi hem de video çekimi yapan minik bir kamera satın aldım. Uçağın hareket saati gelinceye kadar çeşitli görüntüler çekerek, acemiliğimi atmağa çalıştım ama nafile. Kameramanlık zor işmiş… Buna rağmen moralimi bozmayarak, çekim yapmağa kararlıyım.

Yolculuk yapmak iyidir, hoştur, güzeldir ve insanları tanımak için seyahat biçilmiş kaftandır. Bir atasözümüzde “bir insanı tanımak için ya birlikte seyahat edeceksiniz ya da yemek yiyeceksiniz” diye ifade edildiği için, yolculuklarım sırasında (biraz da meslekî meraktan dolayı) etrafımdaki insanları gözlemlerim. Çözemediğim şey; insanlar yola çıktıklarında kişiliklerini evde mi bırakırlar? Uçak yolcuları arasında bazılarının hosteslerden saçma sapan istekleri, çocuksu hareketleri filan beni çileden çıkardı. Yine (daha önce de başıma geldiği gibi) bazı yolcularla kavga etmeme ramak kaldı. Ha patladım, ha patlayacağım… Seyahat arkadaşım Mustafa’ya düşüncelerimi söylüyorum. “Aman sakin ol” diyerek beni teskin ediyor. Kısmetse, saat 09.15 civarında Diyarbakır Havaalanı’na inmiş olacağız. Mardin’e gidiyor olmak beni heyecanlandırıyor. “Biraz uyuyayım” diye gözlerimi yumuyorum ama uyumak ne mümkün?

Diyarbakır’dan Mardin’e Gidiş

Uçak Diyarbakır’a inince bir araba kiralayıp Mardin’e doğru yola koyulduk. Mustafa dün gece uzun bir çekim maratonundan döndüğü için arabanın arka koltuğunda uyukluyor. Ben de şoförle konuşuyorum. Bir saatlik yolumuz varmış. İyi bakalım, yolumuz açık olsun öyleyse…

Laf siyasetten açıldı, bölge insanının genel olarak nasıl düşündüğünü anlattı ve “bu sene kimin şampiyon olacağına” geldi. Şoför “Bursaspor şampiyon olsun” deyince, “hani Diyarbakır ile Bursa arasında olaylı bir maç olmuştu. Buna rağmen mi Bursa diyorsun?” diye sordum. “Anadolu’dan bir takım şampiyon olsun da, hangisi olursa olsun” dedi. Güldüm, “Fenerbahçe de İstanbul’un Anadolu yakasının takımı. Fener niye olmasın” diye sorunca, şoför ilk defa tebessüm etti “ben Galatasaraylıyım, o yüzden Fenerbahçe’yi istemem” dedi. Sağdan soldan konuşuyoruz, Diyarbakırlı şoförümüz “Demokratik Açılıma karşı çıkan siyasi partilere öfkeleniyor. Son yıllarda bölücü terörün çok azaldığını söylüyor. Tepelik bir bölgeden geçerken “daha birkaç yıl öncesine kadar bu yoldan gitmeğe korkardık. Terör bu havalide çok fenaydı. Kaç kişi buralarda kayboldu” diyor. Şimdiyse rahatça gidilip gelindiğini söylüyor. Terörün bitmesini kimlerin istemediğini ve rant sağladığını birkaç cümleyle ifade edince “haklısın” dedim.

Sultan Şeyhmus Türbesi

Mardin’e az bir yolumuz kalmıştı ki, şoför “şurada Sultan Şeyhmus türbesi var, uğramak ister misiniz?” diye sordu. Arka tarafa baktım, Mustafa uyuklamağa devam ediyor, “tamam uğrayalım” dedim. Toprak yolun sarsıntısından Mustafa uyandı, nereye gittiğimizi sordu, cevap verdim. Türbeye varınca şoför “biliyor musunuz, benim adım da Şeyhmus” dedi. “Demek adaşını ziyarete geldik ha?” deyince mahcup mahcup gülümsedi. Türbeye girdik, Fatiha okuyup çıktık. Şoförümüz “hafta sonları burada iğne atsan yere düşmez, o kadar kalabalık olur” diye bilgi verdi. Şeyh Musa Ezzuli el-Mardinî, halk arasında Sultan Şeyhmus adıyla meşhur…

Mardin’e girişin çok şaşaalı olacağını zannediyordum, yanılmışım. Bir de baktım ki, Mardin’e gelmişiz. “Hani şöyle uzaktan Mardin’e bir baksaydım da sonra şehre girseydik” dedim. Şoför boynunu büktü “ama yol böyle geliyor” dedi. Sanki yolun o güzergâhı izlemesinden dolayı kendini suçlar gibi masum bir edâsı vardı. “Neyse haydi devam et” diye ileriyi işaret ettim.

Eski Mardin evlerinin bulunduğu muhitte Osmanlı Konağı diye bilinen bir otele geldik. Mustafa daha önce defalarca geldiği için nerede kalınacağını iyi biliyor. Otantik havası olan butik tarzı oteller şimdilerde moda ya, burası da işte öyle.

Taş duvarlı odama girdim, yerden 2 metre kadar yüksekte bir pencere ve eskiden kalma ocak var. Duvarların kalınlığı müthiş, neredeyse 1 metre…

Biraz dinlenip, sonra hemen dışarı çıkıp, eski Mardin’i dolaşmağa başlayacağım. Buraya gelmeden önce bir sürü gezi planı yaptım, bakalım planımı tam olarak tatbik edebilecek miyim?

Osmanlı döneminde Diyar-ı Bekr eyaletine bağlı bir sancak merkezi olan Mardin’in bilinen ilk ismi, söylenenlere göre, “Marida” imiş. Süryani dilinde “Marde” iken, Arap ve Türkler “Mardin” demişler ve öyle kalmış.

Şehidiye Camisi

Kalenin bir kartal edâsıyla taçlandırdığı dağın eteklerine kurulan eski Mardin, Mezopotamya Ovası’na sanki bekçilik ediyor. Bölgedeki ocaklardan çıkarılan kalker taşından yapılan evler, uzaktan bakıldığında, insanda dantel gibi işlenmiş muhteşem bir tablo hissi bırakıyor. Bizim kaldığımız otel de bu tablonun tam orta yerine denk gelen bir noktada…

Biraz dinlendikten sonra vakit kaybetmeden mini kameramı da alarak dışarı çıktım. Sağa mı gitsem, yoksa sola mı? Cumhuriyet caddesindeki tek yönlü trafik akışı sağa doğru, ben de o istikamete yürümeğe başladım. Hemen 50 metre kadar ileride çay bahçelerini ve arkasında yükselen minareyi gördüm. Sol yanımda da PTT binası olarak kullanılan ve Mimar Lole tarafından inşaa edilmiş olan Şahtana Ailesi konağı var. Buraya daha sonra gelmeği düşünerek, sağımdaki ilk köşeyi döndüm ve birkaç basamak merdiven inince, sade fakat güzel bir kapıdan caminin bahçesine girdim. Karşımda Artuklu mimarîsi örneklerinden Şehidiye Camisi. Hava güneşli. Kameramı çalıştırdım. O da ne? Işık gelen her yeri kameram bembeyaz çekiyor. Makine beni, ben de makineyi fazla tanımıyoruz. Ayarlarıyla oynayarak güzel görüntü çekmeğe gayret ettim. Nafile! Deli olacağım. Neyse deyip, etrafa göz atıyorum. Sadelikteki güzelliğin her çeşidi Artuklu mimarisinde var. Nasreddin Artuk Arslan bey tarafından inşaa ettirilen camiye “Şehidiye” adı verilmesinin sebebi, ilk temel atıldığında ortaya çıkan birkaç şehid mezarından dolayı imiş. Camide bulunan türbedeki sandukalar Cumhuriyetin ilk valilerinden Tevfik Hadi Baysal tarafından 1925 senesinde yıktırılmış. Yani Osmanlı’nın yerine kurulan yeni devlet, varlığını hemen belli edecek ilk icraatını böylece yapmış… Sandukalar kaldırılsa da, Şehidiye Camisi, şehidlerin camisi olarak ayakta durmağa devam etmekte…

İnsana huzur veren, pencerelerinden Yukarı Mezopotamya ovasının seyredildiği caminin içine girdim. Bildiğimiz Osmanlı mimarisinden farklı ve dediğim gibi sadelikteki güzelliğin en şahane biçimde yansıtıldığı camide çekim yapıyorum. Fotoğraf çekerken problem yok fakat video çekmeğe başlayınca, kameram su koyuveriyor. İstediğim gibi çekim yapamıyorum. Pencerelerden giren ışıklar kameranın LCD ekranında patlıyor. Çektiğim görüntüleri seyrediyorum, kötü. Kahrımdan öleceğim.

Camiden çıkıp, cadde kenarındaki çay bahçesine oturdum. İnsanların tamamı sırtını ovaya, yüzünü ise Kale’ye dönmüş vaziyetteler… Hâlbuki Mezopotamya Ovası’nın görünüşü, insana denizi hatırlatıyor. Bunu akşam olunca daha iyi anladım. Karanlık çökünce uzaklardaki köylerin, kasabaların yanan ışıkları sanki denizde giden gemiler varmış gibi hissettiriyor. Hafif bir rüzgâr saçlarımı dalgalandırıyor. Çay geldi, tadına baktım, güzel, tam istediğim gibi… Bahçedeki Mardinliler gibi ben de eski şehrin taş evlerini seyre daldım. Caddeden yerli ve yabancı bir sürü turist geçiyor. Hepsinin ellerinde fotoğraf makineleri, kameralar var. Bende de var ama pek işime yaramıyor. Çay bitti, ikincisi için işaret ettim, yenisi geldi. Mardinliler güzel çay yapıyorlar. İsmini vermeyeyim, gittiğim bazı şehirlerde ise getirilen çay mı yoksa abdest suyu mu, anlayamazsınız. Bu nedenle Mardinlileri bir kere daha tebrik ediyorum.

Melik Mahmud Camisi

İnsanlar kendi aralarında Arapça konuşuyorlar. Rüzgârın hızı biraz fazlalaşınca yerimden kalkıp, caddeyi takiben yürüyorum. Yerli ahali işinde gücünde. Saf bir edâyla aralarından geçip etrafa bakarak gidiyorum. Cumhuriyet İlköğretim Okulu’nun önünden geçerken, bahçede teneffüs yapan çocuklar “hello” diye bana sesleniyorlar, gülüyorum. Tipim, kıyafetim Türk’e benzemiyor mu? Turist olduğum aşikâr da beni Avrupalılara benzeterek İngilizce seslenmeleri garibime gitti. Bu konuda kendimi ve kılığımı sorgulamalıyım. Okulu biraz geçince Melik Mahmud Camisi’ni görüp, ona yöneliyorum.

Bu cami de tıpkı Şehidiye Camisi gibi Artuklular’dan kalma. Yarım gün içerisinde karşılaştığım bütün eserler Artuklu döneminden kalma. Demek ki, üniversiteye “Artuklu” isminin verilmesi tesadüf değil. Ahali Arapça, Türkçe, Kürtçe, Süryanice konuşuyor ama mimarî yapılar bir Oğuz Türkmen beyliği olan Artuklular’dan miras. Osmanlı İmparatorluğu’nun mirası işte böyle bir şey. Dinler, lisanlar, kültürler, medeniyetler öyle harmanlanmış ki, tuhaf olması gereken hiçbir şeyi garipsemiyorum.
İşin tuhafı, bugünlerde Türkiye’de bir ilk daha yaşandı ve devlet televizyonu TRT’nin Arapça kanalı yayına başladı. Mardin’de her binanın üstünde uydu antenleri var ancak TRT’nin Arapça kanalının seyredildiğine şahit olamadım. Ben Mardinlilerin yerinde olsam, heyecanla bu yeni kanalı açardım. Açmamışlar. Herkes Türkçe yayın yapan televizyon kanallarını seyrediyor.

Bakalım, daha nelerle karşılaşacağım? İşte burası Türkiye.


Hiç yorum yok:

Steven Spielberg Sineması

Yeni bir belgesel film seyretmeye başladım: 2018 yılı yapımı, James Cameron's Story of Science Fiction (James Cameron'dan Bilim K...