İslâm
Gemici
İnsafsız olmak bu kadar kolay bir şey mi? Filmi
seyrederken oturduğum koltuğa külçe gibi çöküp kaldım. Şu Batı insanının sırf
ihtirasları uğruna başka insanlara, hayvanlara yaptığı işkenceyi biliyoruz da,
içinde yaşamaya mecbur olduğu tabiata bile eziyet etmesini anlamak mümkün
değil. Çünkü "çevre" de ölünce, nerede yaşayacaklar, bunu hiç
düşünmüyorlar. Varsa yoksa daha fazla para, daha fazla güç...
Yönetmenliğini Lars
Fessenden'in yaptığı, Türkiye sinemalarında çok fazla gösterim imkânı
bulamayan 2006 ABD – İzlanda ortak yapımı olan Son Kış (Last Winter) filmini seyrederken, geleceğimiz adına, çocuklarımız
adına derin bir ümitsizliğe kapıldım.
Kuzey Alaska'nın henüz el değmemiş bir bölgesinde,
büyük bir Amerikan petrol şirketinin teknik kadrosu, geniş çaplı sondaj
çalışmaları hazırlığındadır. Havaya tuhaf bir huzursuzluk hâkimdir; kampın
etrafındaki buz örtüsü -büyük ihtimalle küresel ısınma sonucu- görülmemiş bir
hızla eriyerek yeryüzünün
derinliklerinde binlerce yıldır gömülü olan "bir şey"i ortaya çıkarmaktadır.
Hâlihazırda yalnızlığın gerginliğini hisseden ekip gitgide hem zihinlerinin hem
de bedenlerinin isyanı ile karşılaşır. Sanki yeryüzünün bilinmeyen enerjisi
onlara karşı -tıpkı virüsü bünyesinden atmaya çalışan vücut gibi- mücadele
etmektedir.
Usta oyuncu Ron
Perlman'ın ekibin acımasız şefi Pollack rolünde başarılı olduğunu
söylemeden geçemeyeceğim. James Le Gros,
tecrübeli bir bilim adamının yeri geldiğinde (sadece insanlar için değil)
cansız olarak kabul ettiğimiz tabiat için bile nasıl mücadele verdiğini gayet
güzel örnekliyor. Her şeyin para ve başarı olmadığını gösteren bilim adamı
Hoffman (J. Le Gros) insanın idealleri uğrunda bazen canını bile vermesi
gerektiğini gösteriyor. Anlayacağınız, filmin iyi adamı Hoffman iken, kötüyü temsil eden de araştırma ekibinin şefi Pollack.
Amerikalılar bir yandan çevreyi ve tabiatı tahrip
ederken, demokrasi adına katliamlar yaparken, yine onlarla aynı havayı paylaşan
ama insaf sahibi bazı insanlar da bu yapılanların yanlış olduğunu anlatan
eserler verebiliyorlar. Milyonlarca kişinin seyrederek ders alabileceği
filmler, televizyon dizileri çekip; yine yüzbinlerce insanın okuyacağı romanlar
yazabiliyorlar. Yani "hâlâ insanî değerler taşıyan kişiler de varmış"
dedirtiyorlar. Bir de ülkemizde yapılan filmleri, yazılan kitapları
düşünüyorum. Kalitesiz, içeriksiz bir sürü paçavra ortalıkta dolaşıyor. Ya
tarihimize ve ecdadımıza küfürlerle dolu filmler ve kitaplar var veya
oryantalistlerin çarpıttığı bilgileri "mutlak doğru" gibi sunan yazar
ve sinemacı özentileri…
Bir de, ne idüğü belirsiz ve neyi niçin anlattığı
meçhul, sadece "para" ve "şöhret" için yapılmış işler var.
Bunların son örneği de Recep İvedik adlı film… Sinema sanatı ve estetik
açısından bakıldığında yerlerde sürünen
Recep İvedik filmi, Türk Sineması'nın geldiği yeri göstermesi açısından
manidar bir örnek. İyi film demek, çok para kazandıran film demek değildir.
Gişede başarı kazanmış olması, Recep İvedik'in kaliteli bir film olduğunu
göstermiyor.
Öte yandan, sekizinci sınıf ucuz aksiyon filmlerini
taklit etmek için tarihimizin en önemli simalarını malzeme olarak kullananlara
ne demeli? Ona da verilecek en iyi örnek, Osman
Aysu'nun romanından uyarlanan "Miras"
adlı film. "Miras" filminin daha ilk sahnesinde bir saray odası,
içeride 4-5 kişi var ve ayaktalar. Onu da anlamak mümkün değil ya, oyuncular
otursalar olmuyor mu? Ayaktakilerden takma sakallı oyuncu Altan Erkekli (sakalın takma olduğu o kadar belli ki, bahsetmeden
geçemeyeceğim) Sultan 2. Abdülhamid Han
rolünde ve karşısındakiler de Siyonist Yahudiler… Filistin'i istiyorlar, Sultan
Abdülhamid vermiyor ve bağırarak odadaki cam masaya pençesini vuruyor. Yönetmen
güya burada sinematik bir güzellik yapmak arzu etmiş. Fakat bazı şeyler sadece
arzu etmekle olmuyor. Kaş yapayım derken, koca Sultan'ı mahalle kabadayısına
benzetmiş. Neyse ki, filmin ilerleyen sahnelerinde böyle ucube planlara yer
verilmemiş. Fakat iş bu kadarla kalmıyor. Filmin sonuna kadar niye patladığı
anlaşılmayan silahlar hiç susmuyor, cesetleri saymak ise mümkün değil. O kadar
insan niye ölüyor, ölmeseler film, film olmayacak mı?
Sergio
Leone sinema tarihine geçen "Bir Zamanlar Amerika – Once Upon A Time in America"
filmini çekmeden önce yaklaşık 1500 (yazıyla binbeşyüz) filmi seyredip, analiz
etmiş. Daha sonra senaryo aşamasını tamamlayıp, seti kurup, "motor"
demiş. Sergio Leone hayatında ilk defa mı film çekiyordu da, öncesinde
böylesine uzun bir hazırlık dönemi geçirdi? İnsan yaptığı işe saygı duyarsa
Sergio Leone veya Bertolucci ya da Kurosawa gibi davranır, işine saygı
göstermeyen kişi de eline tutuşturulan senaryoyu daha özümsemeden bir hafta
sonra çekime çıkar. Dramatrik matrisin ne olduğunu bilmeden, "haydi çekip
gelelim" zihniyetiyle çekilen filmler de maalesef başarısız olmaya mahkûmdur.
Kalitesiz filmlerle Dünya Sineması'nda bir yer
edinmemiz yakın zamanda mümkün gözükmüyor. Öyle olunca da, deyim yerindeyse, kendimiz çalıp kendimiz oynuyoruz. Bir
tane filmimiz bile dünya sinemalarında gösterim şansı yakalayamıyor.
Korelilerin, Polonyalıların, İranlıların, İsveçlilerin filmleri bile
milyonlarca insana ulaşıp, gereken mesajı veriyor ama Türk filmleri Edirne'den öteye geçemiyor. Elin Amerikalısının
çektiği yüzmilyon dolarlık bütçeli filmlere Pentagon veya silah üreten
şirketler sponsor olurken, Türk filmlerine yapımcı olarak kimse ortak olmuyor.
Çünkü büyük sermaye sahibi adamlar, kalitesiz filmlere sponsor olup da
paralarını sokağa atmak istemiyorlar.
24 Ekim 2008
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder