Perşembe, Ocak 12, 2012

"Son Kış" Kapıda


İslâm Gemici

İnsafsız olmak bu kadar kolay bir şey mi? Filmi seyrederken oturduğum koltuğa külçe gibi çöküp kaldım. Şu Batı insanının sırf ihtirasları uğruna başka insanlara, hayvanlara yaptığı işkenceyi biliyoruz da, içinde yaşamaya mecbur olduğu tabiata bile eziyet etmesini anlamak mümkün değil. Çünkü "çevre" de ölünce, nerede yaşayacaklar, bunu hiç düşünmüyorlar. Varsa yoksa daha fazla para, daha fazla güç...

Yönetmenliğini Lars Fessenden'in yaptığı, Türkiye sinemalarında çok fazla gösterim imkânı bulamayan 2006 ABD – İzlanda ortak yapımı olan Son Kış (Last Winter) filmini seyrederken, geleceğimiz adına, çocuklarımız adına derin bir ümitsizliğe kapıldım.

Kuzey Alaska'nın henüz el değmemiş bir bölgesinde, büyük bir Amerikan petrol şirketinin teknik kadrosu, geniş çaplı sondaj çalışmaları hazırlığındadır. Havaya tuhaf bir huzursuzluk hâkimdir; kampın etrafındaki buz örtüsü -büyük ihtimalle küresel ısınma sonucu- görülmemiş bir hızla eriyerek yeryüzünün derinliklerinde binlerce yıldır gömülü olan "bir şey"i ortaya çıkarmaktadır. Hâlihazırda yalnızlığın gerginliğini hisseden ekip gitgide hem zihinlerinin hem de bedenlerinin isyanı ile karşılaşır. Sanki yeryüzünün bilinmeyen enerjisi onlara karşı -tıpkı virüsü bünyesinden atmaya çalışan vücut gibi- mücadele etmektedir.
Petrol arama ekibinden bir kişi ölü olarak bulununca, kamptaki diğer elemanların da psikolojik dengeleri yavaş yavaş bozulur. Buzlarla kaplı ıssızlığın ortasındaki kampa inmeye çalışan bir uçak düşüp etrafı ateşe verince, bütün korkuları açığa çıkar. Hayatta kalmak için tek çare, takımdan iki kişinin öldürücü soğukta yardım aramaya gitmesidir. Uçsuz bucaksız Alaska doğasını olağanüstü bir görsellikle yakalayan "Son Kış" filmi, ahlakî ve felsefî sorgulamalarıyla tipik korku filmi kalıbından sıyrılıyor ve bütün dünyanın sıradışı iklim şartlarına tanıklık ettiği şu günlerde, insanı tam kalbinden vuruyor.

Usta oyuncu Ron Perlman'ın ekibin acımasız şefi Pollack rolünde başarılı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. James Le Gros, tecrübeli bir bilim adamının yeri geldiğinde (sadece insanlar için değil) cansız olarak kabul ettiğimiz tabiat için bile nasıl mücadele verdiğini gayet güzel örnekliyor. Her şeyin para ve başarı olmadığını gösteren bilim adamı Hoffman (J. Le Gros) insanın idealleri uğrunda bazen canını bile vermesi gerektiğini gösteriyor. Anlayacağınız, filmin iyi adamı Hoffman iken, kötüyü temsil eden de araştırma ekibinin şefi Pollack.

Amerikalılar bir yandan çevreyi ve tabiatı tahrip ederken, demokrasi adına katliamlar yaparken, yine onlarla aynı havayı paylaşan ama insaf sahibi bazı insanlar da bu yapılanların yanlış olduğunu anlatan eserler verebiliyorlar. Milyonlarca kişinin seyrederek ders alabileceği filmler, televizyon dizileri çekip; yine yüzbinlerce insanın okuyacağı romanlar yazabiliyorlar. Yani "hâlâ insanî değerler taşıyan kişiler de varmış" dedirtiyorlar. Bir de ülkemizde yapılan filmleri, yazılan kitapları düşünüyorum. Kalitesiz, içeriksiz bir sürü paçavra ortalıkta dolaşıyor. Ya tarihimize ve ecdadımıza küfürlerle dolu filmler ve kitaplar var veya oryantalistlerin çarpıttığı bilgileri "mutlak doğru" gibi sunan yazar ve sinemacı özentileri…

Bir de, ne idüğü belirsiz ve neyi niçin anlattığı meçhul, sadece "para" ve "şöhret" için yapılmış işler var. Bunların son örneği de Recep İvedik adlı film… Sinema sanatı ve estetik açısından bakıldığında yerlerde sürünen Recep İvedik filmi, Türk Sineması'nın geldiği yeri göstermesi açısından manidar bir örnek. İyi film demek, çok para kazandıran film demek değildir. Gişede başarı kazanmış olması, Recep İvedik'in kaliteli bir film olduğunu göstermiyor.

Öte yandan, sekizinci sınıf ucuz aksiyon filmlerini taklit etmek için tarihimizin en önemli simalarını malzeme olarak kullananlara ne demeli? Ona da verilecek en iyi örnek, Osman Aysu'nun romanından uyarlanan "Miras" adlı film. "Miras" filminin daha ilk sahnesinde bir saray odası, içeride 4-5 kişi var ve ayaktalar. Onu da anlamak mümkün değil ya, oyuncular otursalar olmuyor mu? Ayaktakilerden takma sakallı oyuncu Altan Erkekli (sakalın takma olduğu o kadar belli ki, bahsetmeden geçemeyeceğim) Sultan 2. Abdülhamid Han rolünde ve karşısındakiler de Siyonist Yahudiler… Filistin'i istiyorlar, Sultan Abdülhamid vermiyor ve bağırarak odadaki cam masaya pençesini vuruyor. Yönetmen güya burada sinematik bir güzellik yapmak arzu etmiş. Fakat bazı şeyler sadece arzu etmekle olmuyor. Kaş yapayım derken, koca Sultan'ı mahalle kabadayısına benzetmiş. Neyse ki, filmin ilerleyen sahnelerinde böyle ucube planlara yer verilmemiş. Fakat iş bu kadarla kalmıyor. Filmin sonuna kadar niye patladığı anlaşılmayan silahlar hiç susmuyor, cesetleri saymak ise mümkün değil. O kadar insan niye ölüyor, ölmeseler film, film olmayacak mı?

Sergio Leone sinema tarihine geçen "Bir Zamanlar Amerika – Once Upon A Time in America" filmini çekmeden önce yaklaşık 1500 (yazıyla binbeşyüz) filmi seyredip, analiz etmiş. Daha sonra senaryo aşamasını tamamlayıp, seti kurup, "motor" demiş. Sergio Leone hayatında ilk defa mı film çekiyordu da, öncesinde böylesine uzun bir hazırlık dönemi geçirdi? İnsan yaptığı işe saygı duyarsa Sergio Leone veya Bertolucci ya da Kurosawa gibi davranır, işine saygı göstermeyen kişi de eline tutuşturulan senaryoyu daha özümsemeden bir hafta sonra çekime çıkar. Dramatrik matrisin ne olduğunu bilmeden, "haydi çekip gelelim" zihniyetiyle çekilen filmler de maalesef başarısız olmaya mahkûmdur.

Kalitesiz filmlerle Dünya Sineması'nda bir yer edinmemiz yakın zamanda mümkün gözükmüyor. Öyle olunca da, deyim yerindeyse, kendimiz çalıp kendimiz oynuyoruz. Bir tane filmimiz bile dünya sinemalarında gösterim şansı yakalayamıyor. Korelilerin, Polonyalıların, İranlıların, İsveçlilerin filmleri bile milyonlarca insana ulaşıp, gereken mesajı veriyor ama Türk filmleri Edirne'den öteye geçemiyor. Elin Amerikalısının çektiği yüzmilyon dolarlık bütçeli filmlere Pentagon veya silah üreten şirketler sponsor olurken, Türk filmlerine yapımcı olarak kimse ortak olmuyor. Çünkü büyük sermaye sahibi adamlar, kalitesiz filmlere sponsor olup da paralarını sokağa atmak istemiyorlar.


24 Ekim 2008

Hiç yorum yok:

Steven Spielberg Sineması

Yeni bir belgesel film seyretmeye başladım: 2018 yılı yapımı, James Cameron's Story of Science Fiction (James Cameron'dan Bilim K...