Arabayı kaldırıma yanaştırdı, durdu. Önünde park ettiği manav “aracı çekmesini” söyledi. Akşam saatlerinde Harbiye’de trafik yoğun olduğundan, cadde üstüne arabaların park etmesi hem araç geliş gidişini engelliyor hem de dükkânın önünü kapatıyordu. Kadın “kısa zamanda döneceğini, fazla kalmayacağını” güler bir yüzle söyleyince, esmer adam “olur” gibilerden başını salladı.
Kadın yakındaki apartmana girdi. İkinci kata çıktı. Üstünde “diş doktoru” yazılı kapının ziline bastı. Kapıyı daha önceden tanıdığı sekreter açtı.
“Hoşgeldiniz Muazzez hanım.”
“Saat 17’de Füreyd bey ile randevum vardı.”
Sekreter yürüyüp, diş hekiminin bulunduğu muayenehanenin kapısını açıp doktora haber verince, genç kadın dönerek “buyurun Muazzez hanım” dedi. Sekreter kenara çekildi, Muazzez içeri girdi.
geride hoş bir sadâ kalsın... çünkü, bir gün uzak denizlere yelken açacağım ve beni bir daha göremeyeceksiniz. bu yazdıklarım da, internet âleminin derinliklerinde kaybolup gidecek. çünkü, sanal âlemin en önemli özelliği "güncellemek" üzerine bina edilmiş... eh, ben de uzak denizlere gidince, bu "kendi halindeki gariban" siteyi kim güncelleyecek? kimse... ve mezartaşım yağmurlar, rüzgârlar altında aşınırken, bu site ve içindekiler de okyanusun karanlık sularında kaybolacak.
Cuma, Ekim 12, 2012
Perşembe, Ekim 04, 2012
Gecenin Kemanı
Ilık bir ilkbahar gecesinde açık olan pencerenin önünde oturarak İstanbul’un ışıklarını seyretmek çok güzeldi.
Uzun zamandır ilk defa evde yalnız kalan genç kız, sessizliğin tadını çıkarıyordu. Ortaköy’ün üst tarafında kalan THY bloklarındaki evin penceresinden İstanbul Boğazı’nın manzarası doyulmaz güzellikte önüne seriliyordu. Baş ve kıç lambalarından dev gibi olduğunu tahmin ettiği bir gemi boğazın karanlık sularını yararak Karadeniz’den Marmara Denizi’ne geçiyordu.
“Şu şehir ışıkları olmasa, gökyüzündeki yıldızları daha rahat seyreder, hepsini görebilirdim” diye düşünürken, sokak lambalarının solgun ışıklarının kömür karası saçlarında dansettiğinden habersizdi.
Uzaklarda giden bir cankurtaranın siren sesini duydu, Boğaziçi köprüsünden geçen araçların uzaktan gelen uğultusu zaten hiç kesilmezdi. Bir an “acaba radyoyu açsam mı” diye düşündü, vazgeçti. Şu an hiç gürültü istemiyordu. Annesi sabahtan akşama kadar salondaki televizyonu açık tutar, yeteri kadar eziyet ederdi. Seyretse de seyretmese de televizyon illa ki açık olmalıydı, televizyonun sesi olmadan bu evde hiçbir şey yapılmaz gibi bir hava vardı. Televizyon kapalı olunca sanki annesinin bir yerlerinden bir şeyler eksiliyordu. Televizyonun olmadığı bir dünya olabilir miydi? Olursa, nasıl bir dünya olurdu acaba?
Yan bloklarda bulunan dairelerden birinden gelen müziği duydu. Ses uzaktan ve derinden geliyordu. Solo bir kemanın çaldığı, film müziğine benzeyen melodiyi sanki bir yerlerden hatırlıyordu. Loş biçimde aydınlatılmış odasında yalnız başına otururken işittiği müzik hoşuna gitmişti. Keman çaldıkça sanki zamanın akışı daha da yavaşlıyordu.
Cumartesi, Eylül 29, 2012
Unutmak İsteyen Adam
Adam randevusuna tam zamanında geldi. Oldum olası geç kalmaktan hoşlanmazdı. Kapıyı ürkek bir tavırla açtı. Doktor akvaryumun önünde balıkları seyrediyordu.
Adam içeri girdi, kapıyı kapadı. Doktor, masasına yürüyerek, hasta kabul defterine aceleyle bir göz attı. Hastası randevusuna vaktinde geldiği için memnun oldu. Oturması için koltuğu işaret etti. Hastasıyla ilgili bilgileri not etmek üzere boş bir dosya aldı. Adamın söyleyeceklerini dinlemeğe hazırdı.
Ürkek tavırlı adam anlatmağa başlayınca, doktor zor bir durumla karşı karşıya olduğunu anladı.
“Doktor bey, ben…” Adam sözlerine devam edip etmemekte bir an kararsız kaldı. Hani yapmağa mecbur olduğumuz bir işle karşılaştığımızda tereddüt ederiz de, kaçmak için çeşitli bahaneler ararız ya. Ama sonunda bütün bu tereddütleri bir an için unutur ve yapmamız gereken neyse onu yaparız. Ürkek tavırlı adam da, bu korkuyu, bu şekilde, hatta daha fazla yaşıyordu. Ancak, doktorun muayenehanesinden içeri girdikten sonra artık kaçamak yapacak bir alternatifi kalmamıştı. Bundan sonra şöyle veya böyle bir sonuca ulaşmak, rahatlamak istiyordu. “Ben hayatımın geçmişle ilgili bazı bölümlerini unutmak istiyorum. Bazı kötü olayları hatırlamak istemiyorum” dedi.
Doktor her zamanki rahatlığıyla “pekâlâ, neleri unutmak istiyorsunuz? Bana doğduğunuz tarihi ve unutmak istediğiniz anılarınızı söyleyin” dedi.
Fakat adam hangi anılarının beyninden silinmesini istiyorsa hem onu, hem de başka olayları da anlatmak istiyordu, anlatacak ve rahatlayacaktı. Geçirdiği zor ve acı dolu yılları, gençliğinin uzunca bir bölümünü hafızasından silmek istiyordu. İstiyordu ama silinmeden önce de biriyle paylaşmak arzu ediyordu. Kesik kesik cümlelerle bu hatıralardan bahsedince, anlayışlı bir tavır takınmak isteyen, fakat bunu pek beceremeyen doktor, bıkkın bir ifadeyle adamın sözlerini kesti.
Perşembe, Ocak 26, 2012
Ölmeden Önceki Beş Pişmanlık
Son nefeslerini vermek üzere olan insanları evlerinde ziyaret edip, bakımlarını üstlenen Avustralyalı yazar Bronnie Ware, 'Ölmek Üzere Olanların En Yaygın 5 Pişmanlığı' adlı bir kitap yayımladı.
İşte o beş pişmanlık:
1- Başkalarının benden bekledikleri yerine, keşke kendi istediğim
Çarşamba, Ocak 25, 2012
Danton ve Tarihî Film
Tarihî film öyle olmalı ki, seyircisini hemen ansiklopedi veya sanal âlemin kütüphanelerinde araştırma yapmağa başlatabilmelidir. Buna verebileceğim en son 2 örnek: Biri, Andrej Wajda'nın yönetmenliğini yaptığı 1983 yapımı "Danton"; diğeri de 2005 yapımı ve yönetmenliğini de İvan Passer ile Sergey Bodrov'un yaptıkları "Savaşçı – Nomad" filmi... Kazakistan'ın millî kahramanlarından Ablay Han'ın doğumundan tahta geçişine kadar olan dönemde yaşananları anlatan Savaşçı Nomad filmi başka bir yazının konusu.
1789 Fransız İhtilali'nden 5 yıl sonrasında geçen "Danton" filminde, başrolü Dünyaca meşhur Gerard Depardieu oynamakta. Yönetmeni de başrol oyuncusu kadar ünlü olan bu filmde, ihtilalin iki önderinin (Robespierre ve Danton) anlaşmazlıkları, kan gölüne dönmüş Fransa ve aç-sefil durumdaki Fransız halkı anlatılıyor.
1789 Fransız İhtilali'nden 5 yıl sonrasında geçen "Danton" filminde, başrolü Dünyaca meşhur Gerard Depardieu oynamakta. Yönetmeni de başrol oyuncusu kadar ünlü olan bu filmde, ihtilalin iki önderinin (Robespierre ve Danton) anlaşmazlıkları, kan gölüne dönmüş Fransa ve aç-sefil durumdaki Fransız halkı anlatılıyor.
Salı, Ocak 24, 2012
İnsan Ne Zaman Yaşlanır?
Kristof Kolomb Amerika'yı keşfe çıktığı ilk yolculuğunda 50 yaşını çoktan aşmış durumdaydı.
Goethe, en büyük eseri Faust'u ölümünden bir yıl önce, yani 82 yaşında bitirmişti.
Charlie Chaplin, 76 yaşında film yönetmenliği yaparak hâlâ işinin başındaydı.
Galileo, ayın günlük ve aylık çizimlerini yaparken 73 yaşındaydı.
Mimar Sinan, Süleymaniye Camisini bitirdiğinde 70 yaşını geçmişti, Selimiye Camisini tamamladığında ise 86 olmuştu.
Pazartesi, Ocak 23, 2012
Emekli Olmayın!
ABD’nin eski başkanlarından Richard Nixon, Watergate Skandalı dolayısıyla makamından istifa ettikten sonra yerleştiği Kaliforniya’da şunları söylüyor: “Asla emekli olmayın. Bence, dünyanın en mutsuz insanları emeklilerdir. Çünkü hiçbir amacın kalmıyor. Hayatı anlamlı kılan şey gayedir. Bir hedef, bir savaş, bir mücadele olmalı. Kazanamayıp, kaybetsen bile…”
Nixon’un bu sözlerle kastettiği şey kâğıt üzerinde emekli olmak değil, kafada emekli olmaktır. İnsan çalıştığı işten emekli olup ayrılabilir ancak bir hedefi olmalı ki, yaşama arzusunu devam ettirebilsin. Yoksa bir bitkinin yaşamasından farklı bir hayat sürdüremez. İnsan için nebat olmak, memat olmakla eş anlamlıdır. Bunun için de ölümün kıyısındaki hastalara “bitkisel hayata girdi” deniliyor. Birçok kişi biliyorum ki, emekli olduktan sonra hayat ile irtibatını asgarî seviyeye indirdi ve ömrünün kalan o güzel yıllarını boşa harcadı, harcıyor. Hâlbuki ölüm ânı gelinceye kadar bir insanın yapacağı yararlı işler vardır.
Nixon’un bu sözlerle kastettiği şey kâğıt üzerinde emekli olmak değil, kafada emekli olmaktır. İnsan çalıştığı işten emekli olup ayrılabilir ancak bir hedefi olmalı ki, yaşama arzusunu devam ettirebilsin. Yoksa bir bitkinin yaşamasından farklı bir hayat sürdüremez. İnsan için nebat olmak, memat olmakla eş anlamlıdır. Bunun için de ölümün kıyısındaki hastalara “bitkisel hayata girdi” deniliyor. Birçok kişi biliyorum ki, emekli olduktan sonra hayat ile irtibatını asgarî seviyeye indirdi ve ömrünün kalan o güzel yıllarını boşa harcadı, harcıyor. Hâlbuki ölüm ânı gelinceye kadar bir insanın yapacağı yararlı işler vardır.
Pazar, Ocak 22, 2012
Araf'ta Yaşamak
Aşağıdaki yazıyı 2009 senesinin Eylül ayında, Kıbrıs Lefkoşa Ercan Havaalanı'nda THY uçağına binmek için beklerken yazdım:
“Kıbrıs” ile “çözüm” kelimelerini yan yana düşünmenin‚ iyi niyetten öte‚ resmen safdillik anlamına geldiğini peş peşe yaptığım iki Kıbrıs seyahatinde daha iyi fark ettim.
Bir öğrenci düşünün. Öğretmen‚ çocuğu sözlü sınava kaldırmış ve ona zor bir soru sormuş. Öğrenci ıkınıyor‚ sıkınıyor ama problemi bir türlü çözemiyor. İşte o anda öğrenci ne düşünür? Ya problemi çözüp geçer not alacak ya da çözemeyip düşük notla iktifa edecek. Fakat öğrencimiz biraz fazla zeki olursa‚ problemi çözecekmiş gibi yaparak oyalama taktiği yoluna gidecek.
Öğretmen sordukça “şimdi çözüyorum‚ birazdan çözeceğim” gibi oyalama sözleriyle teneffüs zilinin çalması için dua edecek...
Türklerin yaşadığı Kuzey Kıbrıs'ta da durum aynen böyle. Her türlü çözümü reddeden politize bir toplum oluşmuş. Sadece politize değil aynı zamanda da maddiyatı yani para ile mülk sahibi olmayı “idealize” edinmiş bir toplum...
“Kıbrıs” ile “çözüm” kelimelerini yan yana düşünmenin‚ iyi niyetten öte‚ resmen safdillik anlamına geldiğini peş peşe yaptığım iki Kıbrıs seyahatinde daha iyi fark ettim.
Bir öğrenci düşünün. Öğretmen‚ çocuğu sözlü sınava kaldırmış ve ona zor bir soru sormuş. Öğrenci ıkınıyor‚ sıkınıyor ama problemi bir türlü çözemiyor. İşte o anda öğrenci ne düşünür? Ya problemi çözüp geçer not alacak ya da çözemeyip düşük notla iktifa edecek. Fakat öğrencimiz biraz fazla zeki olursa‚ problemi çözecekmiş gibi yaparak oyalama taktiği yoluna gidecek.
Öğretmen sordukça “şimdi çözüyorum‚ birazdan çözeceğim” gibi oyalama sözleriyle teneffüs zilinin çalması için dua edecek...
Türklerin yaşadığı Kuzey Kıbrıs'ta da durum aynen böyle. Her türlü çözümü reddeden politize bir toplum oluşmuş. Sadece politize değil aynı zamanda da maddiyatı yani para ile mülk sahibi olmayı “idealize” edinmiş bir toplum...
Cumartesi, Ocak 21, 2012
Yazarak Tüketiyoruz
Şimdi yazının da kıymeti kalmadı.
Herkes‚ her yere birşeyler yazıyor. Forum sitelerinde‚ msn'de‚ haber
sitelerinin yorum köşelerinde‚ cep telefonlarının kısa mesaj servislerinde ve
hatırıma şu anda gelmeyen bir çok yerde yazıyorlar. Bunun sebebi ne olabilir?
İnsanlar birşeyleri anlatmanın
peşindeler... Ama anlatmayı başarabiliyorlar mı? İşte orası tartışılır.
Teknolojinin gelişmesi‚
bilgisayarlara artık kolay sahip olunuyor olması ve internetin yaygınlaşmasıyla
birlikte yazı yazma alanı müthiş biçimde genişledi. Yazı yazma imkânı
yeryüzünde tarihin hiçbir döneminde bu kadar fazla olmamıştı. Şimdi insanlar
çıldırmışçasına yazıyor‚ yazıyor‚ yazıyorlar. Milyarlarca blog‚ forum ve diğer
paylaşım sitelerinde her gün trilyonlarca kelime yazılıyor. Sanki insanlar
yazmıyorlar da “kusuyorlar”. Şimdiye kadar bu denli rahat anlatma fırsatları
olmadığından‚ kafalarından geçen herşeyi yazıp rahatlıyorlar. Bunun için de
“yazmak” eylemini kullanıyorlar. Bir anlamda psikolojik rahatlama oluyor. Fakat
bu “yazılar”ın dilbilgisi kurallarına uygunluğu umumiyetle sıfır ya da sıfırın
altında...
Salı, Ocak 17, 2012
Şecered-Dür'ün İntikamı
Şecer
ud-Durr’un İntikamı
Shagar
ad-Durr’s Revenge
Samira
Kortantamer*
Özet:
Mısır ve Suriye’de
iki buçuk asır hüküm
süren Memlûkların ilk sultanesi olan Şecer ud-Durr, Mısır’ın İslâm
tarihindeki tek kadın hükümdarıdır. Bu akıllı
ve hırslı Türk kadını, üvey oğlu olan son
Eyyubî sultanı Turanşah’ın öldürülmesinden sonra Bahrî Memlûklar tarafından tahta
oturtulmuştu. Şecer ud-Durr, bir kadın hükümdara alışık olmayan Araplar
tarafından gelen tepkiler karşısında üç aylık saltanattan sonra tahttan feragât
edip, sultan ilân edilen Aybek’le evlenerek etkili olmaya devam etti. Kocasına öteki karısı ile görüşmesini yasaklayan
kıskanç Şecer ud-Durr, eşi, Musul Atabeğinin
kızı ile nişanlanınca Aybek’i öldürttü. Şecer ud-Durr, böylece eşinden intikam
almıştı ama tadını fazla çıkaramadı çünkü kendisi de kısa bir süre sonra feci bir
şekilde öldürüldü. Bu makalede Şecer ud-Durr’un
karakteri, intikamına yol açan nedenler ve intikam sonrası durumu, Ortaçağ
tarihi kaynakları ışığında araştırılıp ortaya konulmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Şecer ud-Durr, Memlûklar, İntikam,
Ortaçağ, Mısır.
Abstract: Shagar ad-Durr, the first sultan
of the Mamluks, who reigned two and a half centuries over
Egypt and Syria,
was the only
woman ruler of
Islamic Egypt. This
intelligent and ambitious Turkish woman was put on the
throne by the Bahri Mamluks after the assassination of her stepson Turanshah, the last sultan of
the Ayyubids. But because of the reactions of the Arabs, who were not accustomed to a woman
ruler, Shagar ad-Durr abdicated the throne
after a reign of three months and marrying the new sultan Aybak, she
continued to be influential. The jealous
Shagar ad-Durr forbade her husband to see his other wife and when she heard
of his engagement to the daughter of the
Atabak of Mosul she had him killed. Shagar ad-Durr got
in this manner
revenge of her
husband but couldn’t
enjoy it much
because she was murdered in
a terrible way
a short time later.
In this paper
Shagar ad-Durr’s character, the reasons of her revenge and the situation
after her revenge are researched and brought up in the light of the historical sources of the Middle
Ages.
Keywords:
Shagar ad-Durr, Mamluks, Revenge, Middle Ages, Egypt.
Mısır ve Suriye’de 1250-1517 yılları arasında hüküm
süren Türk Memlûk Devleti’nin ilk ve tek
kadın sultanı olan Şecer ud-Durr, aynı zamanda Mısır’ın İslâmî tarihinde tek
kadın hükümdarıdır. Eyyûbî Sultanı
el-Melik es-Sâlih Necmeddin (1240-1249), Türk olan Şecer ud- Durr’u cariye
olarak satın almış
ve
Perşembe, Ocak 12, 2012
Hollywood Filmleri ve Ortak Yönleri
Anonim
Amerikan film klasikleri:
* Polisin araştırma yaparken, mutlaka bir striptiz barına
girmesi gerekir.
* Amerika'da bütün telefon numaraları 555 diye
baslar.
* Şirin köpekler ölmez.
* Bütün yatak örtüleri L şeklindedir. Yani kadının
omuzuna gelir, erkeğin beline. (Bir de bütün kadınlar yorganı kendilerine siper
ederek kalkarlar ki bunun gerçek hayata ne kadar uyduğu konusundaki kararı size
bırakıyoruz.)
* Uçak kullanmak kolaydır. Kontrol kulesiyle
konusarak herhangi bir yolcu, Boeing 747'yi alana indirir, kimsenin burnu
kanamaz.
* Havalandirma borularina saklandiginizda sizi kimse
bulamaz.
"Son Kış" Kapıda
İslâm
Gemici
İnsafsız olmak bu kadar kolay bir şey mi? Filmi
seyrederken oturduğum koltuğa külçe gibi çöküp kaldım. Şu Batı insanının sırf
ihtirasları uğruna başka insanlara, hayvanlara yaptığı işkenceyi biliyoruz da,
içinde yaşamaya mecbur olduğu tabiata bile eziyet etmesini anlamak mümkün
değil. Çünkü "çevre" de ölünce, nerede yaşayacaklar, bunu hiç
düşünmüyorlar. Varsa yoksa daha fazla para, daha fazla güç...
Yönetmenliğini Lars
Fessenden'in yaptığı, Türkiye sinemalarında çok fazla gösterim imkânı
bulamayan 2006 ABD – İzlanda ortak yapımı olan Son Kış (Last Winter) filmini seyrederken, geleceğimiz adına, çocuklarımız
adına derin bir ümitsizliğe kapıldım.
Kuzey Alaska'nın henüz el değmemiş bir bölgesinde,
büyük bir Amerikan petrol şirketinin teknik kadrosu, geniş çaplı sondaj
çalışmaları hazırlığındadır. Havaya tuhaf bir huzursuzluk hâkimdir; kampın
etrafındaki buz örtüsü -büyük ihtimalle küresel ısınma sonucu- görülmemiş bir
hızla eriyerek yeryüzünün
derinliklerinde binlerce yıldır gömülü olan "bir şey"i ortaya çıkarmaktadır.
Hâlihazırda yalnızlığın gerginliğini hisseden ekip gitgide hem zihinlerinin hem
de bedenlerinin isyanı ile karşılaşır. Sanki yeryüzünün bilinmeyen enerjisi
onlara karşı -tıpkı virüsü bünyesinden atmaya çalışan vücut gibi- mücadele
etmektedir.
Medeniyet Çatışması ve “Demir Adam” Filmi
İslam
Gemici
Çöküşe geçen ABD, kaçınılmaz akıbetini uzaklaştırmak
için ekonominin ve politikanın bütün enstrümanlarını kullanırken, önemli bir
silah olan sinemayı da ihmal etmiyor. Çünkü Amerikalılar, diğer alanlarda
yapılan çalışmaların reklamını ancak filmler vasıtasıyla yapacağını biliyorlar.
Sinemanın kitabını yazıp, yaklaşık yüz yıl önce
kurallarını koyan adamlar, bu müthiş silahı nasıl ve kimin beynini yıkamak için
kullanacaklarını iyi biliyorlar: Çocuklar, gençler ve normal insanlar... Yani
toplumun politikayla, savaşlarla, komplolarla fazla ilgilenmeyen, kendi
hayatını yaşayan kesimi.
Başrolünde ünlü oyuncu Will Smith'in oynadığı son
"uyduruk" süper kahraman Hancock filmi başarısız olunca, alternatifi
piyasaya geciktirilmeden sürüldü: İron Man yani Demir Adam. Gişe rakamları ve
seyircinin tepkisinden Will Smith'in canlandırdığı Hancock karakterinin
sinemanın çöplüğüne gideceği pek âşikâr... Süpermen'den başlayarak bugüne kadar
beyazperdede boy gösteren bütün süper Amerikan kahramanlarını şöyle bir
gözünüzün önüne getirirseniz, hepsinin de sinemanın
Günah ve Rüşvetçi Polis
İslam Gemici
Batı filmlerinde çokça rastlanan "kirli işlere bulaşmış polis" figürü, daha Türk sinemasının kapısından içeri girmemiştir. Bugüne kadar yapılmış bir Türk filminde ne polis, ne de asker karakteri suçlu veya suça bulaşmış olarak görülmedi. Belki bir – iki tane istisna varsa, onlar da zaten adı üstünde istisnadır.
Halbuki, Batı Avrupa sineması ve özellikle de Hollywood filmlerinde genellikle günahkâr polis tiplerine sıkça rastlanır. Filmin başkahramanı olan iyi polis, bir yandan suçlularla savaşırken, diğer yandan da kendi meslekdaşı olan kötü polisleri sistemin içinden ayıklamak için gayret gösterir. Yabancı filmleri seyrederken hiç de tuhaf gelmeyen bu durum, Türk filmlerinde kabul edilemez bir durumdur. Çünkü bizim polisimiz "her zaman ve mutlaka iyi polis"tir.
Yönetmenliğini James Foley'in yaptığı 1999 yapımı Rüşvetçi (The Corruptor) filminde, iki polis başrolü paylaşır. Çinli aktör Yun-Fat Chow'un canlandırdığı Nick Chen, Çin'den gelen bir göçmen ailenin çocuğu ve New York'un savaşçı polislerinden birisidir. Filmin girişinde, başarılı bir operasyonu idare eden dedektif
Batı filmlerinde çokça rastlanan "kirli işlere bulaşmış polis" figürü, daha Türk sinemasının kapısından içeri girmemiştir. Bugüne kadar yapılmış bir Türk filminde ne polis, ne de asker karakteri suçlu veya suça bulaşmış olarak görülmedi. Belki bir – iki tane istisna varsa, onlar da zaten adı üstünde istisnadır.
Halbuki, Batı Avrupa sineması ve özellikle de Hollywood filmlerinde genellikle günahkâr polis tiplerine sıkça rastlanır. Filmin başkahramanı olan iyi polis, bir yandan suçlularla savaşırken, diğer yandan da kendi meslekdaşı olan kötü polisleri sistemin içinden ayıklamak için gayret gösterir. Yabancı filmleri seyrederken hiç de tuhaf gelmeyen bu durum, Türk filmlerinde kabul edilemez bir durumdur. Çünkü bizim polisimiz "her zaman ve mutlaka iyi polis"tir.
Yönetmenliğini James Foley'in yaptığı 1999 yapımı Rüşvetçi (The Corruptor) filminde, iki polis başrolü paylaşır. Çinli aktör Yun-Fat Chow'un canlandırdığı Nick Chen, Çin'den gelen bir göçmen ailenin çocuğu ve New York'un savaşçı polislerinden birisidir. Filmin girişinde, başarılı bir operasyonu idare eden dedektif
Çarşamba, Ocak 11, 2012
Aydınların Yabancılaşması Üzerine
Pozitivist inkılâpçı nesillerin, Marksizm’e
yönelmeleri ve bunun sonraki nesillerce kabulü, tabii bir gelişme olmuştur… Çetin
Altan bu değişmenin iradî bir tercih değil tarihî bir zorunluluk olduğunu
söyler. “Bir ayrıma muhtacız. Ateizm başka şeydir, paganizm başka. Ateizm
insanın kendi iradesiyle Tanrıtanımazlığı felsefî olarak benimsemesidir. Biz
paganlar ayrı bir vak’ayız. Paganlar
başka türlü olmaları mümkün olmadığından, yetiştirilme biçimlerinden
Tanrıtanımaz olanlardır. Türkiye’de ateizm yoktur, paganlar vardır.” [1] Bürokrasi;
Robert Koleji ile, Galatasaray Lisesi ile, Tıbbiye ve Mülkiyesiyle başka türlü
olamayacak kadrolarını yoğurur.
Cemil Meriç de bu zorunlu gidişi görenlerdendir. “Sosyalizm, Tanzimat ile başlayan
batılılaşmanın… en tabii sonucu değil mi? İmanını kaybeden, tarihten koparılan
genç nesiller için son kurtuluştu sosyalizm.” [2]
Erol Güngör de inkılâpçılık geleneği içinde yetişenler için, Marksizm’den başka
açık kapı kalmadığını
Salı, Ocak 10, 2012
Haluk Bilginer'i Tebrik Ediyorum
Ünlü oyuncu Haluk Bilginer, Akşam Gazetesi'ne verdiği röportajda (9 Ocak 2012) çok güzel şeyler söylemiş. Özellikle de "sanatçı" meselesine açıklık getirmiş. Her kelimesine gönülden katılıyorum:
SANATÇI DİYE BİR MESLEK YOKTUR!
Türkiye'de mesleği olmayan ünlülere sanatçı diyoruz. Hâlbuki sanatçı diye bir meslek yoktur. Üstelik insanın kendisine sanatçı demesi de ayıptır. İnsan ar eder. Sanatçı bir iltifattır. Sanatçılık diye bir meslek yok müzisyenlik var, oyunculuk var, heykeltıraşlık var, ressamlık var, film yönetmenliği var. Sanatçı ne demek? Başka hiçbir dilde bulamazsınız böyle bir şey. İngilizcede artist hem ressam demektir, hem de birine iltifattır. 'It's a great artist' der biri, sen de estağfirullah der başını öne eğersin, terbiye çerçevesi içinde. Kendine sanatçıyım demezsin.
Cuma, Ocak 06, 2012
Belgesel Peşinde
İslâm Gemici
Yıllar boyunca söylediklerimin meslekdaşlarım
tarafından kulak arkası edildiğini görünce, sonunda kararımı verdim ve gidip
küçük bir kamera satın aldım. Bu makine hem video görüntüsü hem de fotoğraf
çekiyordu. Daha sonra bu kameranın yapmak istediğimi tam olarak
karşılayamayacağını anlayarak, kısa süre sonra yenisini aldım. (Panasonic
Lumix) Fakat ilk günlerde bu durumun farkına varmamıştım. Yani elimdeki
kamerayla neler yapabilip, neler yapamayacağımın farkında değildim. Çünkü televizyonculuk
hayatım boyunca, çekime çıkarken yanımızda hep profesyonel bir kameraman
arkadaş bulunurdu ve gittiğimiz yerlerde, ne çekilmesi gerekiyorsa ona
söylerdim. Şimdilerde gelişmiş teknolojiye sahip kameralar çıktı, mertlik
bozuldu.
İlk kameramı aldıktan (Olympus) birkaç gün sonra
Mardin’e gitmem icap etti. Elime güzel bir fırsat geçmişti. İstanbul’da
yaptığım birkaç deneme çekiminin ardından epeyce ümitlenmiştim. İşte, belgesel
maceram bu seyahatle başladı.
Perşembe, Ocak 05, 2012
"Hasret"e Hasretim
Dilaver Cebeci'nin bu şiirini ilk okuduğumda hemen ezberlemiştim. Daha sonra bestelenip şarkı-türkü arası birşey de yapıldı. Mustafa Yıldızdoğan hem besteledi hem de seslendirdi.
Zaman zaman hüzünlendiğimde, dudaklarımdan bu şiirin mısraları dökülür:
Zaman zaman hüzünlendiğimde, dudaklarımdan bu şiirin mısraları dökülür:
Hasret
Şu
dumanlı doruklarda
Boz
şahinler uçmaz gayrı
Gözelerden
ağu çıkar
Alperenler
içmez gayrı
Obam
yurdum talan oldu
Destanlarım
yalan oldu
Yollar
birer yılan oldu
Kervanlarım
geçmez gayrı
Hani
mavi denizlerim
Üç
kıtada nal izlerim
Kör
mü oldu bu gözlerim
Çaşıtları
seçmez gayrı.
klip de içeride:
klip de içeride:
Lisanımız ve İdeolojiler
Bu konuyu elimden geldiğince değişik kaynaklardan güncel tutmaya çalışacağım.
Türkçe'ye vurulan darbeleri gördükçe yüreğim yanıyor. Hele de özellikle televizyon ekranlarında yapılan hatalı vurgular, gençlerin konuşurken "e" sesini "ea" gibi çıkarmalar, filan... Bu hususta daha önce Kerem Doksat'ın yazısına atıfta bulunarak bir yazı yazmıştım. Benim yazdıklarımı kimse ciddiye almaz :) o sebeple yine iktibas yaparak konuya tekrar değinmek istedim.
Mümtaz'er Türköne'nin "Mankurtlar: Küçük Türkiye Milliyetçiliği" kitabının çeşitli bölümlerinden kısa birkaç alıntı:
"Varoluşumuzun esaslarını kuşatan kavramlar ve tartışmalar, politikanın gündelik kutuplaşmalarına meze edilince göz gözü görmez oluyor. Eşyalar, düşünceler ve savunulan değerler yanlış yerlerde duruyor. Hem dem milletini sevmekten bahsedenler bu ülkenin altını oyuyor, hazinelerini çarçur ediyor. Vatan haini olarak yaftalananların ise neredeyse bütün hayatı, bu millete hizmet etmekle geçiyor. Şişmiş bir enaniyet duygusu ile ortalıkta dolaşıp, böbürlene böbürlene kendinden gayrıya düşman gözü ile bakanların bu ülkeye ve bu millete verdiği zararın hesabını görmemiz lazım. Bu özgüven yoksunu dar milliyetçilik “küçük Türkiye milliyetçiliği”. Bilinçsiz öfkeleri, dar düşünceleri ve hesapsız eylemleri ile Sevr (orijinal adıyla: Sevres) ile sınırlı daracık bir Türkiye’nin duvarlarını sanki marifetmiş gibi büyük bir ciddiyet ve hırsla yükseltiyorlar. Maalesef yaptıklarının neye hizmet ettiğinin farkında değiller.
Türkçe'ye vurulan darbeleri gördükçe yüreğim yanıyor. Hele de özellikle televizyon ekranlarında yapılan hatalı vurgular, gençlerin konuşurken "e" sesini "ea" gibi çıkarmalar, filan... Bu hususta daha önce Kerem Doksat'ın yazısına atıfta bulunarak bir yazı yazmıştım. Benim yazdıklarımı kimse ciddiye almaz :) o sebeple yine iktibas yaparak konuya tekrar değinmek istedim.
Mümtaz'er Türköne'nin "Mankurtlar: Küçük Türkiye Milliyetçiliği" kitabının çeşitli bölümlerinden kısa birkaç alıntı:
"Varoluşumuzun esaslarını kuşatan kavramlar ve tartışmalar, politikanın gündelik kutuplaşmalarına meze edilince göz gözü görmez oluyor. Eşyalar, düşünceler ve savunulan değerler yanlış yerlerde duruyor. Hem dem milletini sevmekten bahsedenler bu ülkenin altını oyuyor, hazinelerini çarçur ediyor. Vatan haini olarak yaftalananların ise neredeyse bütün hayatı, bu millete hizmet etmekle geçiyor. Şişmiş bir enaniyet duygusu ile ortalıkta dolaşıp, böbürlene böbürlene kendinden gayrıya düşman gözü ile bakanların bu ülkeye ve bu millete verdiği zararın hesabını görmemiz lazım. Bu özgüven yoksunu dar milliyetçilik “küçük Türkiye milliyetçiliği”. Bilinçsiz öfkeleri, dar düşünceleri ve hesapsız eylemleri ile Sevr (orijinal adıyla: Sevres) ile sınırlı daracık bir Türkiye’nin duvarlarını sanki marifetmiş gibi büyük bir ciddiyet ve hırsla yükseltiyorlar. Maalesef yaptıklarının neye hizmet ettiğinin farkında değiller.
…
Dil, düşüncenin evidir. Türkçe bizim evimiz,
yurdumuz, onurumuz. Üstelik resmî dilimiz. Peki neden Kürtçenin özgürce
öğretilmesini temel düstur edinen Özgür Gündem’in Türkçesi,
Pazar, Ocak 01, 2012
Artık Gitmek İstiyorum
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Steven Spielberg Sineması
Yeni bir belgesel film seyretmeye başladım: 2018 yılı yapımı, James Cameron's Story of Science Fiction (James Cameron'dan Bilim K...
-
Arabayı kaldırıma yanaştırdı, durdu. Önünde park ettiği manav “aracı çekmesini” söyledi. Akşam saatlerinde Harbiye’de trafik yoğun old...
-
Günümüz Hıristiyanlarının gerçekten “neye” inandıklarını bilmedikleri ortada… Ancak inanç öyle bir şeydir ki, insanlar “doğruları” öğr...
-
Roma Kilisesi'nin I. Haçlı Seferi'ni örgütlemeye başladığı sıralarda İspanya'da Cadiz ve Granada kentlerinde vaazlar veren...